Modern Devlette Arif-Ulema İlişkisi

Yazıyı Paylaş

Bir yönetim biçiminin, hayat tarzının, hayatı şekillendirmeye aday ve değiştirmeye-toplumu dönüştürmeye kendisini kilitlemiş ideolojilerin mutlak surette meşruiyet aradığı, meşruiyet alacağı, alması gerektiği değerler vardır. Bu değerlerin temel etkisini gösteren, içinde bir takım tanımları barındıran kavramlarıdır.

Tarihsel sürece baktığımızda, Asr-ı Saadet dediğimiz zaman dilimini bu tarihsel sürecin başı kabul edersek, ondan sonraki dönemler Müslümanlara örnek olan Asr-ı Saadet dönemine hiç benzemeden gelişen bir süreç yaşanmıştır. Bu süreç egemenlik konusunda, hayatı şekillendirme, yön verme, yasama, toplumsal uygulama noktalarında İslam’dan uzak bir yerde seyir etmiştir. Tarihsel süreç kişilerin inançları üzerinden değerlendirmeye tabi tutulduğunda, bireysel olan yaşantılara hiçbir egemen gücün karışmadığı, müdahalede bulunmadığı görülür, müdahale bireysellikten çıkıp, kişinin kendi dışındakileri de etkileme safhasına geldiğinde başlamıştır. Yani “Kalbinize ve mabetlerinize gömdüğünüz inancınızı”, sosyal hayata müdahil olması noktasında aktive ettiğinizde karşınıza size engel olan egemenler çıkar. Kur’anın bahsettiği gibi nebilerin şehirlerin merkezlerine indiklerinde ilk karşı çıkanların ekabir takımı olması bu yüzdendir.

Asıl konumuz devlet ve ulema ilişkisi, devletin ulema yoluyla kavramları tahrif etmesi ve dünyevileştirmesidir.

Giriş yapmak açısından, bireysel İslami yaşantının toplumsal etkileşime dönüşümünün sonucunda egemen güçlerin nasıl tavır aldığını izah etmek, “egemenlik” kavramının paylaşılamayan bir değer olduğunu vurgulamaktır. Egemenlik, insanlık tarihinde her zaman tartışıla gelen ve asla paylaşılmasına rıza gösterilemeyen en üst değerdir. Egemen olan, bu gücünü kendi dışında bir başkası veya başkalarıyla paylaşmayı asla istemez, bunun önüne geçmek için de ne gerekiyorsa yapar ki, bunun bariz örneklerini yaşadığımız dönemde de çok çarpıcı örnekleriyle görüyoruz.

İlahi Kudretin sahibi olan Allah da affetmeyeceğini açıkladığı tek konunun egemenlik olduğunu bildirmekte, gönderdiği bütün nebilerine ilk olarak egemenliğin sadece Allah’a ait olduğunu kavimlerine bildirmelerini istemiştir. Kur’an’a baktığımızda, temel anlatısının tamamen Allah’ın ortaksız egemen olduğunu vurguladığı görülür, yani Tevhid akidesini ifade eder.

Devlet aklı ve müslümanların anlama zafiyeti
Özellikle modern dönemde Müslümanların aklının ermediği ya da tam olarak kavrayamadığı büyük bir sorunu vardır. Bu sorun egemen olan devletin ne olduğu, nasıl düşündüğü, zaafları, istekleri, insan yapısını, toplum psikolojisini, toplum mühendisliğini, olayları kurgulayışını, sizdenmiş gibi görünüp hep rakiplerinizle iş tutuşunu, kendinizi toplumun içinde sandığınızda aslında sizi nasıl hayatın taşrasına ittiğini anlayamama sorunudur. Yani bu büyük sorun, Müslümanların hayatlarını paramparça eden devleti çözememe sorunudur.

Modern devletin egemen ideolojisi, kendi bekası için yani ideolojisinin egemenliğinin devamı için muhalifleriyle kıyasıya ve acımasızca bir savaş verir. Bu savaşın herhangi bir ahlakı yoktur, ilkesi yoktur, kilitlendiği tek hedef kendi egemenliğinin bekasıdır. Modern devlet, var olma savaşında, hedefe giden her yolu meşru görür, meşruiyetinin kaynağını sorgulamaz, çünkü sadece kendisi egemen olmalıdır.

Modern devlet kuramı ve ilahiyat kavramları
Alman Hukukçu ve siyaset kuramcısı Carl Schmitt, çok önemli bir tespitte bulunarak modern devletin özelliklerinden bahsediyor ve şöyle diyor: “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır.” Bugünün devletinin aslında nasıl bir kumpasla inançlı insanlara tuzak kurduğunu, dine ait kavramları pervasızca aldığını ama içlerini kendi paradigmasına göre doldurduğunu izah ediyor ki, bunun böyle olduğunu bizler yaşadığımız egemen ideolojinin bize ait kavramları istediği gibi anlamlandırarak içini doldurup kullandığını görüyoruz. Dine ait kavramların en fazla kullanıldığı ve içinin tamamen aslından boşaltılarak yeniden anlamlandırıldığı dönem de sanırım son dönemdir, yani T.C.’nin kuruluşuyla başlayan dönem. Tam da Carl Schmitt’in ifade ettiği gibi bütün ilahi kavramların modern devlet tarafından dünyevileştirildiği dönem. Bu durum halkı Müslüman olan coğrafyalarda kurulan devletlerde böyle olduğu gibi, modern devletin çıktığı batıda da aynı şekilde seyretmiştir. Kilisenin hayatla bağları koparılırken, dine ait kavramlar dönüştürülerek hayata müdahil edilmiştir. Buna bir örnek verilecek olursa batıda egemenlik kavramı üzerinde düşünülüp nasıl bir zemine oturtulacağı tartışılarak, egemenliği dinin bir kavramı olan “Kadir-i Mutlak” üzerine inşa etmişlerdir. “Kadir-i Mutlak” kavramını, devletin egemenliğine uyarlayan batılı felsefeci ve siyaset kuramcıları, bir adım daha ileri giderek yaptıkları devlet tanımlarının birinde, “Devlet şiddetin meşru kaynağıdır” diyerek, egemenliğe, dolayısıyla da devletin egemen ideolojisine ilahi bir vasıf giydirmişlerdir. Giydirilen bu vasıfla egemenler zulümleri meşruiyet dairesine dahil etmişlerdir. Devletin yaptığı her şey, verdiği her karar, “Şeriatın kestiği parmak kanamaz” denilerek meşrulaştırılmıştır.

Neden böyle?
Modern devlet kuramcıları neden ilahiyat kavramlarını kullanma ihtiyacı hisseder ve neden kendine ait kavramlarla hayat müdahil olmaz? Ya da, seküler anlayış kendi kavramlarını toplumu dönüştürmede birincil olarak tercih etmez? Bu konu bugüne kadar Müslümanların üzerinde yeterince ciddiyetle düşünüp durmadığı konulardan birisidir hatta en başta gelir. Modern zihniyet seküler anlayıştaki egemenliğini kurarken ürettiği kutsallarını, dinin temelini oluşturan kavramlarla muhafaza altına almaya neden bu kadar özen gösterir? Oysa kendisine ait, toplumsal hayatı dizayn etmeye yönelik, özgürlük, eşitlik, bayrak, teritoryal anlayış, sosyal adalet, insan hakları, ulusalcılık, reel siyaset… gibi birçok kavramı vardır ama hiç birisini dine ait kavramlardan bağımsız savunamaz, hayatta tutamaz.

Aslında mesele bir meşruiyet meselesidir ve sonradan üretilen ve hayata müdahil edilen kavramlar sadece yasal olmalarıyla meşruiyeti sağlayamaz. Meşruiyetini sağlaması için mutlaka dine ve dine ait kavramlara ihtiyacı vardır. Bunun zaruretinin, T.C.’nin ilk kurulduğu dönemden bu güne kadar uzanan süreçte ne kadar önemli olduğu görülmektedir. Devlet dilini gözden geçirdiğinizde tamamen dinin kendisine ait kavramlardır ve meşruiyetini dinden aldığı izlenimini verir. Yani modern devlet, Carl Schmitt’in dediği gibi, ilahiyat kavramlarını, egemenliğini sağlamak için alır, içini boşaltır, kendince manalandırır ve kullanır, bunda da hiç tereddüt etmez. Bu noktadan sonra, önceleri saltanat sonradan modern kurguyla kurgulanmış olan devlet, bu kavramların içini kendi ideolojisine göre dolduracak, anlamlandıracak, meşruiyet sağlayacak birilerine ihtiyaç duyar. Bu kişiler de din adamları olarak sahneye çıkar. Dini bilen, toplum gözünde belli kariyeri ve haysiyeti olan kişiler, devletle iş tutmaya, devletin ideolojisine uygun yeni yorumlarla kelimelerin yerlerini değiştirerek, zulmün üç ayağından birini teşkil ederler.

Devlet ve din adamı arasında bir alışverişin dünyevi çıkarlar dahilinde başladığı görülür. Saltanat dönmelerinde Saray mollaları hep sultanın yanında yer almış, sultanı yaptıklarından dolayı hiçbir şekilde eleştirmemiş, tam aksine onların yaptıklarına, dine ait kavramları kendi arzularına göre dünyevileştirerek meşruiyet sağlamışlardır. Devlette, saray mollalarını dünyevi kazançlara boğarak karşılığını ödemiştir.

Toplumun gözünde itibarı olan bütün ulema mevcut egemen gücün hedefinde olarak yaşamıştır, egemenler bu türden kişileri ya satın almaya, ya da ortadan kaldırmaya çalışarak kendileri için en ciddi tehditlerden birine karşı önlem almıştır. Devlet aklı, toplumun nazarında etkili olan arif-ulemanın öncelikle ne söylediğine değil nerede durduğuna bakmıştır. Allah rızasını gözeten ulema hiçbir zaman egemenlerin yanında yer almak istememiş, her zaman dünyevi menfaat peşinde koşanlar saray mollalığına aday olmuştur. Saltanat dönemlerinde sultanlara, devletin bekası için kardeşlerini boğabileceklerinin caiz olduğunu söyleyen saray mollaları olduğu gibi, bu günde modern devletin reel siyaset anlayışıyla küresel politik yapılanmada yer alışına ve uygulamalarına sessiz kalan vasfı ulema olmasına rağmen zihin yapısı olarak aydın denebilecek bir sınıf vardır. Modern devlet, çağa uygun yorumlanan yeni din anlayışını ve egemen ideolojiyle sentezini, sıfatı Arif-ulema, zihniyeti ise Aydın-entelektüel olan ilahiyatçılarla sağlar. Devletin toplumsal etkisi aktif olan söz sahibi ulemayı her zaman kendi yanında görmek, devletin arzulamasından öte, buyurganlığının bir tezahürüdür. Meşruiyetinin taban bulması, egemen ideolojinin muhalifine karşı savunması, arif-ulema, aydın entelektüel olan sınıfın kendisiyle iş tutmasına bağlıdır. Bu sınıf yoksa da oluşturulur, suni bir yapıda olsa tesis edilir.

Devleti anlamak
Bu tür ulemanın-aydının ihanet içerisinde olduğunu söylemekten öte, basiretsiz olduklarından bahsedilebilir. Buna devletin ne olduğunu çözememe basiretsizliği denebilir.Devletin ne olduğunu çözmek, devleti anlamak sadece bilgiyle olacak bir şey değildir, bilginin yanında ilkesel bir duruş ve feraset de zaruret arz etmektedir. İlkeleriniz ve ferasetiniz yoksa devlet denen mekanizmayı çözmeniz mümkün değildir. Hele ki faydacı yaklaşımlar, devleti çözmek bir tarafa, tam aksine devletin meşruiyetini sağlamaya çıkan sonuçlara götürecek bir yöntemdir.

Tarihsel süreçte devleti ilk çözen ulemanın başında Ebu Hanife’nin geldiğini söyleyebiliriz. Ebu Hanife devletle olan ilişkisini meşruiyet üzerinden değerlendirmiş ve asla zalim sultanın yanında yer almayacağını canı pahasına savunmuştur. Hepimizin bildiği üzere, kendisine devletin tarafında olacağını belli eden bir şey yapması istenmesine rağmen, çağdaşı olan birçok ulemanın kabul etmesinin aksine, O ret etmiştir. İmam, öyle bir pencereden olaya bakıyordu ki, zalimin yanında olmak, onu savunmasa, eleştirse bile, zalimi kendi varlığıyla meşrulaştırabileceğini düşünüyordu.

Burası önemlidir; insan nerede duruyorsa, görünen resme bakıldığında durduğu yerin meşruiyetini de savunuyor anlamı görülür.Bunun bir örneğini de Karahanlılar döneminde İmam Serahsi’de görüyoruz. Söylediği, devlet bile olsa haksız vergilerin toplanamayacağı, halkın da devlete bu vergileri vermemesi gerektiğiydi.

İmam Serahsi 18 yıl kuyu hapsine mahkum oldu, kendisine sözünden geri dönmesi halinde cezasının kaldırılacağı bildirilmesine ise, sözünün doğu olduğunu ve geri adım atmayacağını söyledi. Bu duruşun çağdaş örneklerini de hepimiz biliyoruz ve bu duruşa birçok örnek verilebilir. Çağlar boyu Müslümanlara örneklik teşkil eden imamlar, her zaman sultanlarla arasındaki mesafeyi korumuş, canları pahasına ilkesel duruşlarından faydacı yaklaşımlarla vaz geçmemişlerdir.

Geleneğe vururken çağı atlamak
Günümüzde devletle iş tutanların ortak özelliği, geçmişe vururken yaşadıkları anı ve egemen gücün adaletsiz uygulamalarını ıskalamaları görmezden gelmeleridir. Geçmişin saltanat yönetimine ve avamın geleneksel din anlayışına vurmanın herhangi bir bedeli olmadığını herkesin bildiği gibi kendileri de bilemektedir.

Emeviye, Abbasiye, Osmanlıya vurmak, tekke ve zaviyeleri hurafe yuvası olarak nitelendirmek, tarikat ve türbeleri şirk üretim merkezi olarak deklare etmek hiçbir bedeli olmayan popülist yaklaşımlardır. Bu ifadeler yanlışları görmezden geldiğimiz manasına gelmemekte, bilakis eleştirilmesi gerektiğini ifade etmekteyiz.

Burada söylenmek istenen asıl mesele sanırım anlaşılmıştır. Her konuda olduğu gibi eleştiride de adaletli olmamız gerekmektedir. Bin yıl öncesinin yanlışlarına vuranlar ve eleştirenler, sıra egemenlerin uygulamalarına geldiğinde ağızlarını bıçak açmıyorsa, bir yanlışın olduğunu görmek için arif-ulema olmaya gerek yoktur.

Geleneksel saltanattan modern saltanata geçilen dünyada, Müslümanlar seküler devletle iş tutanlara dikkat etmelidir. Modern cahiliye olan modern devletin yanında durup eleştirmeyenlerin, sebepleri görmezden gelerek hep sonuç odaklı yorumlar yapanlar, ortaya çıkan sonucun neden çıktığını irdelemeyen arif-ulema, aydın-entelektüele dönüşmüştür.

Yetişen neslin Allah’tan uzaklaştığını, insanların geçim sıkıntısı çektiklerini, hırsızlıkların arttığını, “Zarureti Hamsenin” ortadan kalktığını, ailelerin geçimsiz olduğunu, yoksulluğun artık bir istatiski tablo olarak ortaya çıktığını sürekli ifade eden ilimde üst tabaka denilen devlet terbiyesinden geçmişler, bütün bunların aslında mevcut egemenlerin bir projesi, egemen ideolojinin uygulamaları sonucunda ortaya çıktığını söylemekten kaçınırlar.

Devletle iş tutanların, devletin tayin ettiği görevleri vardır. Onlar dine ait kavramları dönüştürerek, modern devleti meşru bir zemine oturtmakla görevlidir. Bu tür ulema-aydın, dine savaş açmışlarla beraber, Allah’a ve O’nun Nebisine hasım olanlarla birlikte iş yapabilir, çalışabilir, poz verebilir, ilk kez keşfettikleri yeni yorum ve düşünceleri paylaşabilirler. Bunlara göre zalim hiçbir zaman egemenler değildir, zalim cahili egemenlerin ürettiği, ortaya çıkardığı, umut ticaretinin mağduru olan sıradan insanlardır.

Sonuç yerine
Sonuç olarak kısaca denilecek olursa; egemen ideolojinin idari mekanizması olan devletle iş tutanlara karşı Müslümanlar uyanık olmalıdır, kanmamalıdır. Din tamamlanmış sahibi olan Allah tarafından kemale erdirilmiştir. Kavramların ne anlam içerdiği net olarak bellidir, kimin nerede durması gerektiği de nebilerin pratik uygulamalarında gösterilmiştir. Dinin ilk ve temelini teşkil eden kavramlarında “Vela ve Bera” nasıl olacağı, herhangi başka bir izaha gerek duyulmaksızın yine nebiler tarafından ve tarihsel süreçte ilkesel duruşlarıyla ortaya çıkan muvahhid şahısların örnekliğiyle ortadadır.

Bugün yol gösterici olarak ortaya çıkanları tahlil ederken, Müslümanlar bu kişilerin nerede durduğuna bakmalıdır. Kişinin nerde durduğu, kimden taraf olduğunu gösteren en bariz göstergedir.

Yazıyı Paylaş

yakupdoger@tashih.com.tr

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir