Hasan el-Benna ve Seyyid Kutub’ta Siyasi İslam Düşüncesi – 1. Bölüm

Yazıyı Paylaş

“Alıntıladığımız makale Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi 2018-2 Haziran Sayı 6 HASAN EL-BENNA VE SEYYİD KUTUP’TA SİYASİ İSLAM DÜŞÜNCESİ yayınlanan Zehra B. Güney’in bir akademik çalışmasıdır. Tashih Yayınları olarak benzer çabaları desteklemek ve akademik olmayan ortamlara da katkısını sağlamak amacıyla bu makaleyi Hüseyin Alan Bey’in kritiğiyle istifade ve değerlendirmelerinize sunmaktadır.“ 1. Kısım”

Makaledeki kırmızı alanlar değerlendirme olan bölümlerdir.

ÖZET

İslam düşüncesinde yeni yorum ve kavramların ortaya çıkmasında öncü olan Hasan el-Benna ve Seyyid Kutup’un siyasi düşüncelerinin mukayesesi ülkemizde henüz ele alınmamış bir husustur. Her ikisinin siyasal İslam yorumu bir diğerine taban tabana zıt olmasına rağmen ölümlerinin ardından her ikisini aynı çizgide gösterme çabasına gidilerek İslam âlemini son yıllarda etkisi altına alan büyük ayrışma ve doktriner krizler de görmezden gelinmektedir. Bu çalışmamız Benna ve Kutup’un siyasi İslam yorumlarının birbirinden ayrıştırılmasında ve günümüzdeki tekfirci gurupların ortaya çıkmasına neden olan saikleri anlamak açısından yardımcı olacağı gibi, siyasi İslam’ın ılımlı İslam ile farklılığının da ortaya koyulmasında yol gösterici olmasını umut ediyoruz.

Anahtar Kelimeler: Müslüman Kardeşler, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Ilımlı İslam, Siyasi İslam, Doktriner Kriz, Tekfircilik

GİRİŞ

Müslüman Kardeşler Cemaati’nin kurucusu olan Hasan el-Benna ve cihatçı gurupların fikir babası olan Seyyid Kutup’un siyasi düşüncelerininmukayesesi Türkiye’de henüz ele alınmayan hususlardan biridir. Her ikisi de Ekim 1906 doğumlu olan[1] ve eğitimci olarak yaşayıp ölmelerine rağmen, birbirlerinden keskin çizgilerle ayrışmışlardır. Bu ayrışma Benna’nın cemaatinin içinde başlayan ihtilaflar zinciridir. Cemaatin içinde vuku bulan bu ihtilaflar fıkhi ihtilaflar olup Seyyid Kutup’la birlikte modern dönemde ılımlı İslam’ın siyasi İslam’dan fıkhi ve siyasi açıdan ayrışmasını ortaya koymuştur.[2] (Lia, 2012:117-118)  Bu ayrışma, günümüzdeki Sünni buhranını da tetikleyen ve tekfirci gurupların da beslendiği doktriner krizlerin çıkış noktasını teşkil etmektedir.

Hüseyin Alan: Cemaatin içinde yaşanan ihtilafların siyasi olanı diye ifade edileni kelâmi ihtilaflardır.   Eğitimci tabiri, modern teorik/soyut düşünceye gönderme yapar, kendi bilgi bilim sistematiğine bağlı kalarak, ihtisas alanıyla ilgili olarak tez üretir. Oysa Benna ve Kutup’ta böylesi salt bir zihinsel etkinlikten bahsedilemez. İkisi arasında farklı “usul” anlayışından, usullerine bağlı bilgi üretimi ve bilginin sosyal hayata yansıması dır. Dolayısıyla bu uğurda örgütlülüğe önem verdikleri, bunu da becerdikleri söylenmelidir.)farklılığından bahsedilse de, ikisi için de din, bir hayat nizamıdır. Dolayısıyla bu uğurda örgütlülüğe önem verdikleri, bunu da becerdikleri söylenmelidir.

Bu hususlardaki ayrışmalara geçmeden önce şunu belirtmek gerekir ki, Benna’nın Müslüman Kardeşleri kurduğu 1928 yılından 1948 yılında ölümüne kadar olan süreçte Seyyid Kutup’un cemaatle irtibat kurmaması ya da Benna ile görüşmemesi dikkat çekicidir. Her ne kadar Kutup 1933-1940 yılları arasında sadece edebiyatla uğraşıp bütün enerjisini bu yöne sevketse de, Benna’nın cemaati bu dönemlerde Mısır’daki en önemli ve ileri gelen İslami cemaatlerdendir. Özel dini eğitim verdiği ve sokaklarda yürüyüşler yaptırdığı İzci Gurupları o dönemde Mısır’da en çok dikkat çeken İslami hareketlerdir ki, Kutup’un bununla ilgilenmemiş olması ve Benna ile tanışmamış olması dikkat çekicidir.

Diğer yandan, Kutup’un önce akademisyenlik daha sonra da Milli Eğitim Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalıştığı 1940-1948 yılları Benna’nın siyasete girmek istediği ve radikal üyeleri tarafından hükümet ve İngilizler tarafından dikkatlerin kendisine tamamıyla çevrildiği bir başka önemli yıllardır. Kutup’un da bu yılları hükümete şiddetli eleştiriler yönelttiği yıllardır ki, uzun süre edebiyatla uğraştıktan sonra siyasi fikirlerinin olgunluk kazandığı döneme doğru tırmanışa geçtiği süreçtir.

Sunni doktrin dediğimizde, gelenekte, meşruiyeti ve niteliği İslam’a dayanmayan devlet/iktidar yapısı tarafında olmak üzere yöneticilerden uzak durmayı itikadi bir mesele yapan bir hat ile uzlaşmayı seçen diğer bir hat arasında oluşan bir farklılık olarak belirginleşir. İsyan yahut itaat meselesinde olsun belirli şartları sıralayan bir sunni doktrin söz konusudur. Bu hususta şaşkınlık kaynaklı bir buhrandan değil aksine bir tercihten bahsedilebilir. Nitekim modern çağda Benna ve Kutub’da farklılık olarak ortaya çıkan mücadele hatları gelenekteki kendi köklerini temsil etmektedir. Günümüzde bir buhrandan bahsedilecekse yahut illa böyle denecekse, bu, Arap dünyasında geçen yüzyılda etkisi bir hayli yaygın olan siyasi ideoloji olarak sosyalizmin, siyasi idare biçimi olarak diktatörlüğün etkisinden; diğer bazılarındaysa liberalizmin ve demokrasinin etkisinden bahsedilebilir.

O dönemde Mısır, Benna’nın siyasete girmesini konuşurken ve hükümet İngilizlerin baskısıyla buna şiddetle karşı çıkarken Kutup’un Benna’yı takip etmemesi ya da siyasete girmek için uğraşlarını görmemesi mümkün değildir. Özellikle 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın cemaatin okullarına kitap ve okul malzemeleri sağlamasının yanı sıra ciddi maddi destekte bulunmasına rağmen (Rıfat Saʻîd, 1977:111-112; Güney, 2017:88). Kutup’un aynı bakanlıkta müfettiş olarak çalışmasına rağmen bu okulların sahibi ve kurucusu ile tanışmamış olması dikkat çeken bir husustur.

Her ikisinin de Mısır çapında İslami kimlikleriyle tanınan simalar olmalarına rağmen, bu yıllarda da yollarının kesişmemesi, ya da ikisinden birisinin bir diğeriyle tanışmak gibi bir eğiliminin olmaması da oldukça tuhaftır. Bu durum, her ikisinin kendi fikri yapılarına bir diğerini paralellik arzeden bir yapı da görmediğine işaret etmesinin yanı sıra, aralarındaki ciddi ideolojik ve fikri ayrışmanın olduğunu göstermekten başka yorumlanamamaktadır. Kutup’un Benna hayattayken değil de onun ölümünden sonra cemaate girmesi hatta cemaatin İrşad ofisinin başkanı olması (Salâh, 2016:173) aynı ideolojik yapıya sahip olmaktan ziyade, Benna’nın cemaatinin Mısır’da en popüler ve güçlü bir cemaat olmasını Kutup’un kendi düşüncelerini yaymak için bir araç olarak kullanmak istemesinden kaynaklandığı düşüncesindeyiz. Bu makale, Hasan el-Benna’nın ve Kutup’un dini nazariyesi ve siyasi manevraları üzerinde durarak, her ikisinin siyasi İslam’a olan mesafesini ve birbirlerinden ayrıştıkları noktaları ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu ayrıştırma aynı zamanda günümüzde de doktriner krizlerin de ortaya çıkmasına neden olan yöneticinin (Ulu’l-emr) özellikleri, demokrasi ve İslam hukuk sistemi (el-Hukmu Lillah) arasında nasıl bir denge sağlanacağı ve cihad hususudur.

Kutup’un muhtemelen, Benna’nın fikri ve mücadelesinde katılmadığı hususlar vardı ;  fakat kendi fikrini de henüz olgunlaştırmamıştı. Bir de Kutub’un Benna ile ilgili özel bilgilere sahip olduğu, bu ve aleyhindeki söylemler sebebiyle mesafeli davranmış ama daha sonra bu duruşunu değiştirmesi gerektiği kanaatine varmış olabilir. ondaki bu davranış değişikliğini cemaati araç olarak kullanma yerine imkan olarak görmesi şeklinde ifade etmek daha uygun olacaktır. yöneticinin (Ulu’l-emr) özellikleri, demokrasi ve İslam hukuk sistemi (el-Hukmu Lillah) arasında denge arayışından  kutub için bahsedilemez. paradigmatik bir farklılıktan bahsediliyordur. Benna içinse evet, bir denge/uzlaşı arayışı söz konusu edilebilir.

YÖNETİCİNİN ÖZELLİKLERİ

Yöneticinin özellikleri ve hangi kriterlere göre seçileceği hususu üzerindeki ihtilaf Peygamberin vefatından hemen sonra ortaya çıkan bir husus olup İslam dünyasını o tarihten itibaren ikiye bölmüş bir meseledir. Her gurup kendi belirlediği şekillere ve niteliklere göre liderlik kavramını geliştirmiştir (Dökmeciyan, 2003:66; Hathût, s. 5).

Bu değerlendirme, oryantalist bakış açısı kaynaklı tanımlayıcı ve indirgemeci bir ön yargıya işaret eder. İlk devirde yönetici, yöneticinin vasıfları konusunda bir ihtilaftan değil, Peygamberin vefatından kaynaklı bir telaştan bahsedilmelidir. Doğal olarak çok sürmez “istişare ve icma” ile alınan bir karar, seçilmiş bir yönetici, onun ilkin Medine’ye sonra da diğer illerdeki yöneticilere arzı söz konusudur. Oradaki aklı ve seçim tarzını bu günkü akılla ve seçim tarzıyla izah etmeye kalkmak, bu günkünü doğru kabul ederek ve buradan yola çıkarak yanlışlamak mümkündür ki, bu doğru değildir. İki düşünüş biçimi ve tercihleri arasındaki farkı anlamak lazımdır. Nitekim icma ile alınan o kararın ilanına karşı Ali dahil, ne merkezden ne de çevreden ciddiye alınır hiç bir itiraz gelmemiştir. Değerlendirmede kullanılan “ihtilaf” kelimesi yanlış bağlamda kullanılmaktadır.) “Her gurup” denmiş ki (orada henüz gruplaşma yoktur. İstişare sürecinde yapılan tartışmalar grupsal cepheleşmeye tekabül etmez. Bahse konu gruplaşma nice sonra ortaya çıkacaktır.) “kendi belirlediği şekillere” denmiş ki böyle bir şekil tartışması yoktur. “niteliklere” denmiş ki o vasatta resmen tek nitelik kabul edilmekteydi, “takva.” ve denklik Bu hususta Ebu Bekir’in önüne geçecek başkası olmadığı için Ömer dahil, Ali dahil, Yesriblilerin liderleri dahil hiç biri, ona rakip olarak çıkmadı. İcmadan sonra tartışma bitti, ihtilaf olarak nitelenebilecek hususlar da zaten sürdürülmedi.

Kimi âlimlerin görüşüne göre Peygamber kendisinden sonra kimin bu makama geçmesi gerektiğini belirlemesine rağmen (Ahmet bin Hanbel, 1995:442-443, 460; İbnu’l-esîr, 1987:586) kimi âlimlere göre Peygamber bunu belirlememiş ve insanların seçimine bırakmıştır. Dolayısıyla, kendisinden sonra ne ilk halifenin seçimi ikinci, üçüncü ve dördüncü halifenin seçimine benzemiş ne de kimin hangi özelliklere göre halife ya da yönetici olacağı hususu hakkında Müslümanlar arasında tam bir ittifak sağlanabilmiştir (el-Mevdûdî, 1990:292,295,297; Han, 1990:353). Dolayısıyla yöneticinin özellikleri hususu İslam dünyasında sürekli tartışma konusu olmuştur.

Bu tartışma, nice sonrakilerin, Emeviler devrinde kaynamaya başlayan yöneticinin soy boy dayanağı üzerine başlayıp başka hususları da içererek devam edecek tartışmadır. Burada, referans dönemine yapılan atıf doğru değildir, sahihte değildir. Batı düşüncesinde ve tarihinde oluşan, mülkiyet temelli sınıfsal toplumsal yapının (köle-efendi, serf-senyör, işçi-patron, emek-sermaye, yoksul-varlıklı) başından beri esas olduğunu, devletin de bu yapılardan birine ait olduğunu yahut iki farklı sınıf arasındaki dengeyi oluşturan bir devletleri olduğunu anlamak icap eder. Devlet konusundaki çatışmaların ve tartışmalarında bu bağlamda anlamı olduğunu bilmek gerekir.. Dolayısıyla ikisi arasında hem ontolojik ve hem de epistemolojik bir fark vardır.  Müslümanlar, bir süredir batı tarihinin bir parçası olduğu, bilgi bilim, teknoloji, kalkınma, askeri ve maddi temelde güçlenme ve refah toplumu olma yolunda batıyı takip ettiği dolayısıyla batılı gibi düşünmeyi doğal saydığı için, iki siyasi görüş ve yapılanma arasında farkı amakta zorlanıyorlar. Aradaki tayin edici nüansı kaçırıyorlar. İslam’da devletin varlık gerekçesi, örgütlenme biçimi, vazifesi farklıdır, Batıda farklıdır. Bu fark, ikisinin dayandıkları temeller ve amaçlar dolayısıyladır. İslam’da devlet, her şeye kadir olan bir güç değildir. Dinden bağımsız özerk bir yapı da olmaz. Şu halde sosyal yapı olarak inanç temelli yekpare bir yapı oluşturan Müslüman toplumda, siyasetin de inanç temelinde teşkilatlanması söz konusudur. Bu bağlamda ve şartlarda devletin niteliği tartışma konusu olmayıp devleti yönetenlerin vasıfları tartışılır.. Bu nüans kavranmazsa yöneticinin vasıflarını tartışmakla devleti tartışmak arasındaki farkı kavramak mümkün olmaz.

Hasan el-Benna’nın bu husustaki siyasi duruşu incelendiğinde ise kendisinin ve cemaatinin Mısır krallarına biat ettikleri ortaya çıkmaktadır (Beyyûmî, 1979:209). Benna bu hususu kendi hatıratında da defalarca ele almış, kralın İslam’ın koruyucusu olduğunu dile getirmiştir (Bennâ, 2001:79,137; Seyyid Yusuf, c.II, 1994:35). Ona göre kralı işgalci güçlere karşı desteklemek şart olduğu gibi, Benna kralı yüceltmekten gurur duyduğunu hatıratında ve cemaatin gazetesindeki makalelerinde defalarca zikretmiştir (el-Bennâ,b2001:79, 137; Muhsin, 1987:35). Elbetteki ara ara söylemleriyle kralın gayri İslami hayatını eleştirse de (Beyyûmî, 2012:210), bu husus onun ve cemaatinin krala biatlı olmasını engelleyecek bir husus olmamıştır.

Diğer yandan, Mısır krallarının Allah’ın yeryüzündeki gölgesi oldukları cemaatin resmi kitaplarında, cemaatin gazete arşivlerinde ve resmi internet sitesinde de dile getirilmiş bir husustur. Bu yazılarda, kral Fuad ve onun ardından gelen kral Faruk İslamiyet’in yücelmesi için çaba gösteren, Kuran’ın koruyucusu ve ona biat edilmesi gereken hükümdar olarak adlandırılmıştır (Cumʽa, 2005:256; Muhsin, 1987:20).

Bu anlayış dört halife dönemine dayanmaz. Halifelerin kendilerini Allah’ın halifesi olarak tanımaktan özenle kaçınmaları buna en güzel misaldir. bu anlayışı, hilafetin saltanata dönüşüyle birlikte, aynı dönemlerde fetihler sonrası İslam milletine karışan başka dinlerdeki mevalinin kültürel etkisi olarakta ortaya çıkacaktır. Saltanatın meşruiyetine cevaz sapmalarının kaynağını heva ve hevese, korkuya dayamak mümkündür. Cemaatin taraf olduğunu düşündüğümüz bu türlüsüne karşı tarihimizde tersine hareket eden güçlü bir akımın varlığından da söz edilmelidir. Ebu Zer’den Hasan El Basri’ye, Ebu Hanife’den imam Hambel’e ve Malike, Gazali’den ibn Teymiye’ye kadar bunun tam tersini savunanları da görmeden değerlendirme yapmak adil olmaz.

Seyyid Kutup ise Amerika dönüşü krala yandaşlık yapan bütün gazete ve dergileri sert bir dilde eleştirmiş, Mısır basınının düzenin kuklası olduğunu vurgulamıştır. Ona göre basın başa geçen her hükümete yaranmaya çalışarak sadece gününü kurtarıp cebine doldurmaya çalışmaktadır (Salâh, 2016:293).

Benna’nın, Mısır’da yapılan siyasi ve askeri temeldeki reformları, modernleşen eğitimi ve devleti, yapısal ve nitelik olarak farklılaşan siyaseti ve bu paradigma içindeki krallığı anlamadığını söylemekte mümkündür. Mısır anayasasının besmeleyle başlaması, meclisten çıkacak kanunların şeri fıkha aykırı olamayacağı gibi esasları baz alıp uygulamada medeni kanunların şeri hukuka dayandığını görmesine karşılık, siyasi ve mali kanunların örfi/seküler hukuka dayanması gibi tayin edici nüansı detay gördüğünü söylemekte mümkündür; konuyla ilgili tavrını doğru anlamak açısından Kutub’un “düzen” fikrine dikkat gerek; burası anlaşılmazsa onun buradaki karşıtlığı hiç anlaşılmayacak. Onun bu tavrını, kendisine başkadılık teklif eden halifeye, “değil kadılık, o söylediği için şu camiin pencerelerini dahi saymam”, diyen Ebu Hanife’yle kıyaslayabiliriz. Malum olduğu üzere Ebu Hanife’nin o tavrı, bir camiin pencerelerini saymakla alakalı olmayıp halifenin meşruiyetiyle irtibatlıydı. Buradaki espriyi doğru kavramak lazımdır. Kutup, basının kendisini değil düzene karşı menfaat paralelinde şekillenen dolayısıyla ona meşruiyet atfeden basını suçlarken haklıdır.

İşgalci İngilizlerin döneme dair hatıratlarında bir kukla ve hizmetli olarak addedilen Mısır kralına (Lampson, c.II, 1995:53) Benna ve cemaat içindeki taraftarları tarafından verilen bu destek, cemaatin ilk resmi tarihçisi Mahmud Abdulhalim ve cemaat hakkında Batı’da ilk akademik çalışma  ortaya koyan Richard Michell ve Brynjar Lia’ya göre Benna cemaatini korumak için kralı bir kalkan olarak kullanmasından ötürü takiyye ve siyasi manevra yapmıştır. Kral da bunu karşılıksız bırakmamış ve cemaati destekleyerek dindar halkın gözünde meşruiyetini sağlamlaştırmaya çalışmıştır (Lia, 2012:97).

Bu değerlendirme doğru kabul edilirse, pragmatik bir “karşılıklılık” söz konusudur. Bu durum başka coğrafyalarda da tekrarlanan  Stratejik olarak tarihi bir hata olmuş ve olmaktadır. Hıristiyanlığın Romalılaşması denen tarihsel gerçekliği nedenleri ve sonuçlarıyla değerlendirirsek benzer yaklaşımı orada da görebiliriz.

Ancak Mısır’ın siyasi tarihi incelendiğinde Vefd partisinin krala olan açık ve  net düşmanlığına rağmen hiçbir zaman kapatılmamasının ve halkın indinde de siyasi partilerin içinde en popüler ve ileri gelen bir parti olmasının Mısır’da bir parti ya da cemaatin bekası için takiyyenin hayati bir husus olmadığını ortaya koymaktadır. Diğer yandan takiyye hususu Peygamber döneminde hiçbir zaman düşmanı tazim etmekle tevil edilmemiş, mustazaf olan Müslüman sahabeler bazen İslamiyetlerini gizleseler de en vahşice işkencelere rağmen hiçbir surette o dönemin siyasi hükümranlarını tazime gitmemişlerdir. Bu direniş geleneği Ahmed bin Hanbel ve Ebu Hanife gibi mezhep liderleri tarafından da tatbik edilmiş, Emevi ve Abbasi halifelerine karşı takiyye yapmadıkları için bunun bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir (Ahmet bin Hanbel, c. I, 1995:110; Kandemir, 1989:76; Uzunpostalcı, 2009:132-134).

Bu veft değerlendirmesi onun sipariş bir oluşum olma ihtimalini gözardı etmektedir. Vefd, moderndir. Kral, işgalci İngiliz’e muhtaç olduğu kadar halk desteğine de muhtaçtır. Mısır modernleşmesinin o tarihte hangi aşamada olduğu unutulmamalıdır. Buna rağmen Benna’nın cemaati şeklen modern araç ve imkânları kullanıyor olsa da, devlete karşı pozisyon almasa da, VEFD kadar güvenilir değildir. Kral cemaate destek verdiyse bu, siyasi bir strateji sonucudur, birine karşı diğerini kullanıp gücünü koruma ve destek bulma maksatlıdır. Bu tutum siyasette genel bir ilkedir. Şu halde her zaman olacağı gibi kralın şuncu veya buncu olduğunu söylemek doğru tespit olamaz. Sahabelerin İslamın galibiyeti akabinde herhangi bir takiyyelerinden bahis sahih manada söz konusu edilmemiştir. Ebu Zer gibiler kast ediliyorsa, onların Muaviye’ye biatlı olduğu unutulmamalı, Muaviye devrinde iyice yaşlanmış az bi sahabe dışında sahabe kalmadığı hatırlanmalıdır.  mustazaf veya müstekbir gibi bir sınıfsal bölümleme modern düşünme etkisiyle oluşmuştur.

Kutup’un Benna’nın cemaatinin en büyük düşmanlarından olan Vefd partisine üye olması o yıllarda iki kez siyasete girmek için çaba gösteren Benna’nın cemaatinin onun görüş ve beklentilerini karşılamadığını ortaya koymaktadır. Ancak onun milliyetçi ve muhafazakâr bir siyasetçi olan Mustafa Kamil’e “Neredesin Mustafa Kamil? Mısır’ın sana ihtiyacı var!” sözleri Kutup’un neden bu tarihten sonra hiçbir parti ya da cemaate yaklaşmadığını da bize açıklamaktadır. İşgale ve onun kukla hükümetine karşı sabit ve sert duruş Kutup’un olmazsa olmazıdır. Mustafa Kamil hiçbir zaman bağımsızlığı Osmanlı hilafetinin dışında kalarak hayal etmemiştir.

İngilizlere karşı ciddi propaganda yaparak II. Abdulhamit’in yanında İslam Birliği’nin şiddetli savunucusu olan ve Mısır’da bu düşüncenin yayılması için ciddi uğraşlar veren Mustafa Kamil, Abdulhamit tarafından defalarca İslam Birliği’ne yaptığı katkıları ve çabası yüzünden övülmüştür (Güney, 2017:69). Benna ise Mustafa Kamil gibi diğer devrimci ruha sahip kişilerin çok aceleci davranarak yanlış yaptıklarını savunmuş, kendi cemaatinin bu yanlışa asla düşmeyeceğini daha temkinli ve dikkatli adımlarla ilerleyeceğini  ifade etmiştir (Bennâ,2001:124).

Benna’nın Mustafa Kamil gibi diğer devrimci ruha sahip kişilerin çok aceleci davranarak yanlış yaptıklarını savunması zihnen dönüştüğüne ümmetin birliği ve Osmanlıdan ayrılmamak gerektiğini fikrini ütopya olarak gördüğüne işaret olarak okunabilir. Mustafa Kamil ile arasındaki yaklaşım farkı, bağlamı ve şartlarıyla dikkate alınırsa, Kutup ile arasındaki farkın çok doğal olduğu sonucunu gösterir.. Burada Mustafa Kamil’in Osmanlıcı değil hilafetçi olduğu alenen bellidir onu milliyetçi ve muhafazakâr olarak nitelenme makale sahibinin modern kategorilerle o döneme bakma zafiyetine düşmesi sonucudur.

Bütün cemaatlere ve partilere karşı 1945 yılından itibaren hayal kırıklığ yaşayan Kutup, bu tarihten itibaren hükümete ve saraya karşı daha da   sertleşmiş hükümet tarafından durulması için gönderildiği Amerika’dan kendisini idama götürecek olan tavizsiz bir Kutup’a dönüşmüştür. Bu tarihten sonra artık Kutup, sisteme dahil olan bütün partileri ve siyasileri reddeden direniş hareketini başlatmıştır. Hükümetlere ve saraya boyun eğenleri ve onlara adeta itaatkâr bir kul olanları yerden yere vuran makaleleri adeta Benna’nın izlemiş olduğu metodun tam tersine işaret etmektedir.

“Onlar sultana ya da gücü olan hâkime boyun eğdiklerinde saygınlık kazandıklarını sanırlar, hâlbuki bu onların zillete düşmelerinin peşinen ödenmiş vergisidir. Karşılığında daha daha ucuz bir hayat ve basit bir son onları beklemektedir. O ayaklarına kapandığı zalim sultan bile onun bu durumuna acıyarak ve tiksinerek bakmıştır. Hâlbuki özgürlüğe ödeyeceği bedel basit bir hayat bedelidir ki ona öteki dünyada bu fazlasıyla geri verilecektir”(Kutup, 2006:123-125).

Buradaki ruh halini hayal kırıklığından ziyade pradigmatik bir ayrılış olarak değerlendirmek gerekir. Kutub’daki düşünsel yapıyı duygusallıkla ilişkilendirmek ciddi bir haksızlık olacaktır. 20 yıla yakın yazı hayatının temel eksenindeki değişmemiş duruşu ruhsal, psikolojik dalgalanmalarla ilişkilendirmek doğru olmaz.

Cemaatin bir diğer resmi tarih kitabında ise Benna’nın kralı şu hususlarından ötürü bilinçli bir şekilde ve isteyerek desteklediği izah edilmiştir: Camide namaz kılması, din dersleri alması, fakirlere sadakalar vermesi, Kuran’ı cebinde taşıması (Cumʽa, 2003:48-50). Doğrusu Benna’yı bu tutumundan ötürü suçlamak bize göre klasik fıkhı da suçlamak olacaktır. Zira bu fıkhın savunucularına göre yöneticinin (ulu’l-emr) özellikleri ne olursa olsun, zalim ya da günahkâr bile olsa ona itaat farzdır ve yöneticinin kutsal ve dini bir yeri vardır. Gazali’ye, Hasan Basri’ye, İbni Teymiyye’ye ve Bedreddin ibnCemʽa’ya göre bir hükümdarın nasıl seçildiği ve kim olduğu mantıksal olarakikinci dereceden önemlidir ve zorla ve kuvvet yoluyla hükümranlığını kabulettirirse insanlar ona itaat etmekle mükelleftir. Zira zalim bir hükümdarhiçbir yöneticinin olmamasından daha iyidir (Ali Abdurrâzık, 1998:113-136;Hourani, 2000:22, 29, 30, 34; İbni Teymiyye, 1321:17-21; Câmiî, 2012:21, 164-166, 169). Dolayısıyla Benna’da yöneticinin özellikleri hususundasahabeler dâhil, tabiin ve tebatabiin tarafından yapılan şahsa münhasıriçtihatların benzerini savunan ve ulu’l-emr kaosunu yaşayan kişilerin neilkidir ne de sonuncusu olacaktır.

Yöneticiye itaat, zorba sultanlık iş başına geçmeye başladıktan sonra, şartlar gereği, “ümmeti ve şeriatı korumak ve yaşatmak maksadıyla”, mecburiyet icabı gerekli görülmüştür; fakat o yönetimler asla meşru görülmedi. Elden gelen olarak yöneticilere karşı yapılan eleştirilerin ve nasihatların bu merkezlerden sürdüğü gözden kaçırılmamalıdır. İtaatle mükellef tabiri ön yargılı bir yaklaşıma işaret ediyor. Zorba sultanların yönetime el koydukları şartlarda bırakın hilafeti, seçim meselesini tartışmak bile fanteziyken, bu şartlarda şartlı biatı tavsiye edenleri ve maksatlarını dikkate almadan bahsedilen alimleri böylesine karalamak hakikate mugayirdir. Daha 800’lerin sonlarında zorba sultanlar askerleriyle gelip yönetime el koyacak; halifelerin gözlerine mil çektirecek; beğenmediklerini zindanlarda çürütecek beğendiklerini halife ilan edecek; yaşanmış iç savaş tehlikeleri ve sonuçları hiç olmamış sayılacak; yüzyıllara sari Moğol saldırılar ve Haçlı seferleri şehir efsanesi sayılacak; bu gelişmelerin parçalayıcı, dağıtıcı, yok edici neticeleri yaşanmamış sayılacak.. sonrada kalkıp sırf İslam şeriatı ve Müslüman ümmet hayattan ve tarihten yok olup gitmesin diye yöneticiye itaat tavizi verilecek ama bu, zalimce eleştirilecek. Bu olmaz. Olamaz.. Modern çağın zihinsel sapmayı getirecek, İslami telakkiyi bozacak, İslam ümmetini hayattan ve tarihten atacak denli fikri ve askeri saldırıları karşısındaki çok daha büyük bu günkü yanlışa dayanak aramak için ismi sayılan güzide alimleri karalanacak. Onların yaptıkları anlaşılmadan şimdiki dönemin ucuzculuğuna referans gösterilmemelidir. Putperest  Moğol saldırısı karşısında   zalim Memluklülere itaat etmenin gerekliliğinin gerekçesi ile konu edilen kişilerin kendi çağlarındaki, şartlarındaki itaat gerekçeleri gözden kaçırılmamalıdır.

Cemaatin daha muhafazakar olan tabakası Benna’nın bu duruşuna karşı çıkarak, içki ve kadın düşkünü olarak bilinen krala (Aşmâvî, 2006:78;Ahmed ʻÂdil, 1989:152-161,309-310; Mahmûd ʻAbdulhalîm, c.I, 1985:279)cemaatin biat etmesini protesto etmiş ve 1938 yılından itibaren Benna’nın öldürülmesine kadar olan süreçte cemaatin ileri gelenlerinden büyük ve sancılı kopuşlar olmuş, cemaat içi derin doktriner krizler ve karşılıklı atışmalar ve cemaatten ihraçlar yaşanmıştır (Bennâ, 2001:126; Lia,2012:29). Bütün bu kopuşların ortak noktası Benna’nın laik düzenin temsilcisi olmasına rağmen kralı takva ehli ve dindar olarak görerek ona biat etmesi olmuştur. Brynjar Lia’ya ve Enver Abdulhadi’ye göre 1938yılında ilk defa cemaat içi yaşanan fıkhi ayrılıklar ılımlı ve uzlaşmacı İslamcılarla siyasi İslamcılar arasındaki ayrılmanın da tarihi öncülü olmuştur(Seyyid Yusuf, 1994:162).

Benna’nın kralın rejimini desteklemesi kimilerine göre kerhen kimilerinegöre ise gönüllü olarak tevil edilse de Benna bu tutumuyla sistemin içinedâhil olarak onun bir aktörü ve yaşayan bir hücresi haline dönüşmüştür(Hişâm, 1995:86). Şüphesiz bu cümleleri Seyyid Kutup direk Benna içinsöylediğini açıkça ifade etmese de, onun siyasi düşüncesi incelendiğinde vecemaatin dönem lideri Hudeybi’nin onun bu görüşüne reddiye yazmasındanda anlaşıldığı üzere Kutup Benna’nın aksine sistemi külliyen reddetmiştir(Kepel, 1991: 75-83; Raslân, s. 10-11).

Kutup, her ne kadar kralla ilgili direk söylemlerde bulunmamasına ve kralınşahsına yönelik yazılar yazmamasına rağmen, sisteme ve hükümete olaneleştirisini öğretmenken ve bakanlıkta çalışırken her fırsatta dile getirmiştir.Bu yüzden de defalarca uyarı almış, soruşturma açılmıştır. Hükümetinbakanlıkları hakkında bir makalesinde “Şüphesiz ki işgal bütün bakanlıklarasirayet ederek bu yerleri etkisi altına almıştır. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı işgalin mikroplarını barındırmaktadır” sözleri büyük tepki almış ve hakkında soruşturma başlatılmıştır (Salâh, 2016:143).

Benna’nın Emiru’l-Muminin olarak gördüğü liderleri, ilk defa “açık şekilde” reddeden Seyyid Kutup İslam dünyasında farklı tarihlerde karşılaşılan bu problemlerin kökünde hep aynı sorunun yattığını düşünmektedir. Ona göre, Kuran ayetlerini tefsir etmede ve anlamını vermede çok büyük yanlışlıklar yapılmış bu da ihtilafların günümüze kadar sirayet etmesine neden olmuştur. Bu yüzden tarihi hadiselerin neden olduğu ihtilaflardan uzak kalarak Kuran’ın temel mefhumları ve İslam düşüncesi yeniden incelenmelidir. Tarihte vuku bulan ihtilaflar ve sebepleri açıklanarak meydana gelen sapıklıklar ortaya çıkarılıp İslam düşüncesinden bunlar ayıklanmalıdır (Kutup, 1979:53).

Devam edecek…

DİPNOTLAR

[1] Kutup 04 Ekim, Benna 14 Ekim doğumludur.

[2] Ali Aşmavi, Seyyid Kutup’un Yoldaki İşaretler adlı kitabının ortaya çıkmasıyla birlikte Müslüman Kardeşler Cemaati dahil bütün İslami cemaatlerin ilk defa Müslüman olarak bilinen bir toplumun ve sistemin kafir olma gerçeğiyle yüzleştiğini ve bu düşüncenin İslami cemaatlerde şok etkisi yarattığını ifade etmiştir. Ona göre ilk defa siyasi İslam ve ılımlıİslam bu kitapla birlikte keskin çizgilerle ayrışmıştır. Bu kitapla birlikte İslami cemaatler ilk defa hükümeti ve sistemi “Allah’ın hükmüyle hükmetmediği” için topyekun reddetme eğilimine gitmiştir. Seyyid Kutupla birlikte Batı’nın İslam ülkelerindeki yerli müttefikleri iç düşmanlar olarak görülerek ilk defa bu düşmanlar dış düşmanlardan daha tehlikeli görülmüştür. Çünkü bu iç düşmanlar dış düşmanları İslam topraklarında ayakta tutan canlı hücre görevini üstlenmişlerdir. Detaylı bilgi için lütfen bkz. Zehra Betül Güney, Hasan el-Benna’yı Yeniden Okumak, Açılım Kitap, İstanbul 2017, s. 45-47. 2018-2

 

Yazıyı Paylaş

huseyinalan35@hotmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir