Şeyhülislamın Şahsında Ulema Siyaset İlişkisi

Yazıyı Paylaş

Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyetle birlikte ağır ama çok yoğun bir dönemin ardından, bir daha geri dönüşü mümkün olmayan eşiğe geldi. 22 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte hemen hemen her şey yerinden oynadı. Birçok kadim unsur yüzyıllarca varlığını sürdürdüğü mevki, makam ve konumundan başka bir yere taşındı. Devletin, toplumun, erkeğin, kadının, eğitimin, alimin, talebenin, akla gelebilecek onlarca unsur var oldukları ve kabul görüldükleri yerlerini değiştirmek zorunda kaldı. Kurulan yeni düzen, kendisinin ithal edildiği Avrupa’nın iteklemesi ve yerli işbirlikçilerinin de gayretiyle, kendi beka sorununu çözmek için bunları mecburiyet olarak dayattı.

Bu süreç içerisinde yerinden olan/edilen en önemli unsurlardan biri de şüphesiz ki ulema sınıfı oldu. “Millet-i Hakime” kavramının Meclis-i Mebusan’a atfı ile meclis devlet hiyerarşisinde en üst yere çıktı/çıkarıldı.  “Millet-i Hakime” kavramının modern söylemde yerin alan “Milli Egemenlik” kavramının o günkü kavramsal karşılığı olarak değerlendirilmesi sonucunda, hesap verilecek tek merci olarak meclisi mebusan ete kemiğe bürünerek varlığını, müstekbir edasını da takınarak hissettirmeye başladı. Artık itaat edilmesi gereken, son sözü söyleyecek olan meşrutiyet yönetiminin meclisi mebusanıydı. Kimse meclisin üstünde olamaz, olmamalıydı.

Bu durum ne devlet geleneğinde, ne toplumu inşa eden fıkhi gelenekte, ne örf ve ananede karşılığı olmayan yeni bir kurguydu. Yeni meclis mebusanda, dinin vela, bera, velayet, kâfirlerle dostluk, kâfirlerin devletin hangi kurumlarında nasıl görev yapabileceği gibi dine dayalı hiçbir endişe yer almamaktaydı. Zira 17 Aralık 1908 tarihinde açılan Meclis-i Mebusan’da Müslüman vekillerin dışında, Ermeni, Rum vekiller bulunmakta, yasama organı olan mecliste söz sahibi durumundadırlar.

17 Aralık 1908 – 18 Ocak 1912 arası faaliyette olan parlamentoda birçok gayrimüslim mebus olarak bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Kozan mebusu Hamparsum Boyacıyan, İzmir mebusu Aristidi Paşa, Emanüel Emanüelidi, İstepan Efendi, Nesim Mazliyah Efendi, Pavli Karolidi Efendi, Bağdat mebusu Sason Efendi, Muş mebusu Kigam Efendi, Limni (Ege’de Yunan adası) mebusu Mihalaki Efendi, Midilli mebusu Panayot Bostani Efendi, Mihalaki Salta Efendi, Rodos mebusu Teodor Konstantinldi Efendi, Gelibolu mebusu Dr. İstefani Narlı Efendi, Tekirdağ mebusları Agop Babikyan Efendi ve Agop Boyacıyan Efendi, Erzurum mebusu Varteks Efendi, Halep mebusu Artin Boşgezenyan Efendi, İstanbul mebusları  Halaçyan Efendi, Alber Feraci Efendi, Konstantin Konstanidi Efendi, Pandelâki Kozmidi Efendi, Kirkor Zöhrap Efendi, Niğde mebusu Yorgaki Efendi, Piriştine mebusu Sava Stepanoviç Efendi, Üsküp mebusları Aleksandır Parliç Efendi ve Pavlof Efendi, Manastır mebusları Dr. Dimitroviç Efendi, Pançedoref Efendi, Trayan Nali Efendi, Serfiçe (Yunanistan bölgesinde) mebusları Koço Drizi Efendi, Haris Vamvaka Efendi, Yorgi Boşo Efendi, Selanik mebusları Yorgaki Artas Efendi, Emanüel Karasu Efendi, Yorgi Honeos Efendi, Dimitri Vlahof Efendi, Siroz mebusları Hristo Dalçef Efendi, Dimitri Dinga Efendi, Trabzon mebusu Matyo Kofıdi Efendi, Van mebusu Vahan Papasyan Efendi, Ergiri mebusu Mamopulo Efendi, Yanya (Yunanistan bölgesi) mebusları Dimitraki Kingos Efendi, Konstantin Surla Efendi, Çatalca Sancağı mebusu Dimitri Zafiropulos Efendi, İzmit Sancağı mebusu Anastas Efendi, Karesi Sancağı mebusu Konstantin Savapulos Efendi. (İhsan Güneş Türk Parlamento Tarihi cilt 2, sayfa 20 ve devamı)

“Millet-i Hakime” olan parlamentonun toplamı içerisinde bulunan kafir mebuslar, dönemin meclis-i mebusan zabıtlarına bakıldığında çok aktif bir rol oynamakta oldukları görülmektedir. Böyle bir idari yapı, ne devletin geleneksel yapısında ne de toplumun idare algısında mevcut değildir. Dolayısıyla söz sahibi olmaları, yasamada bulunmaları, müslim – gayrimüslim ilişkilerinin yüzyıllardır zihinlerde kabul gördüğü ilişkileri de dumura uğratmıştır. Tabi bu yapı içerisinde aynı zamanda dönemin ulema kısmının hemen hemen hepsine yakını da ya mebus olarak ya da ayan olarak yerlerini almıştır. Parlamento yapısı ilginç bileşenleriyle modern bir görünüm olarak Avrupalı şeklini almıştır. Artık söz parlamentonundur, zira parlamentoda bulunan mebuslar milletin temsilcileridir, milleti temsil ettiklerinden dolayı hiyerarşik yapıda en üst yerde konumlanmıştır. Gerektiğinde herkes gelip bu millet-i hakimeye hesap verecektir.

Dönemin ulema kesimi Abdülhamit’e karşı II. Meşrutiyetle birlikte İttihatçıların safında yer aldığından artık, muhalefeti kurup örgütleyecek ve yönetecek olma sıfatını kaybetmiştir. Kadim dünya tarihinde iktidarların her zaman kendilerinden çekindiği ulema, Meşrutiyetle birlikte edilgen duruma düşmüş, kurup yöneten olmaktan, buyrulan, yönetilen sınıfına dahil hale gelmiştir. Bu iddia en azından Meşrutiyetin ilanı ile birlikte ilk yıllara bakıldığında doğruluğunu teyit edecektir. Daha sonra hata yaptıklarının farkına varan bu sınıf muhalefette yerini alacak, lakin imkânsız olanın telafisi mümkün olmayacaktır.

O dönemde Millet-i Hakime, ilerleyen süreçte ‘milli egemenlik’in karşılığı olan parlamento iş başındadır ve herkesten hesap sorabileceğini buyurgan yapısıyla göstermek istemektedir. Dönemin hemen hemen bütün ilmiye sınıfını parlamentoya ya mebus ya da ayan olarak dahil eden yeni düzen, herkesi aynı çatı altında toplamayı başarmıştır. Fakat yeni düzenin hiyerarşik yapısının üstünde olan biri vardır, o da şeyhülislamdır. Şeyhülislam her ne kadar meclisi mebusanın açılışına padişahla birlikte icabet etmiş olsa bile, gerek dönem itibarıyla hukuki yapısı, gerek şer’i durumu gerekse halkın nazarında örfi durumu, şeyhülislamı parlamentonun üstünde göstermektedir. Parlamentonun açılışına Padişahla birlikte katılan şeyhülislam, padişahın açılış nutkunun okunmasına rağmen hiç konuşmamıştır. (M.M.Z.C. 1. Birleşim 4 Kânunuevvel 1324 Perşembe, 17 Aralık 1908, 1. İçtima)

Şeyhülislamın parlamentoya karşı tavrı soğuktur. Ümmetin halifesi sıfatıyla padişah bile sadrazamla birlikte meclis açılışına katılmış, mecliste açılış nutku okunmuştur. Halifenin dahi açılışını yapıp nutkunun irad edildiği parlamentoda Şeyhülislam herhangi bir açıklama yapmamıştır. (aynı zabıt) Parlamentonun açılış tarihinde şeyhülislam Cemaleddin Efendidir (1848-1919). Ümmetin halifesi olan padişahın dahi gelip nutuk irad edip yeni düzenden memnuniyetini bildirdiği parlamentoda, şeyhülislamda memnuniyetini bildirmelidir. Değil mi ki millet-i hakime olan meclisi mebusan devletin en üst yapısıdır. Öyleyse herkes buranın saygınlığını kabul edecek, herkes buraya itaat edecektir.

Dönem olarak ne şer’i ne hukuki ne de örfi anlamda Şeyhülislamı parlamentoya getirmenin meşruiyetini sağlayacak herhangi bir durum da yoktur. Bir sebep bulunup şeyhülislam meclisi mebusana getirilmelidir. Bunun en meşru yolu ise, Şeyhülislamı zorlamayla getirmekten öte, bir hesap sorma babından meclise davet edilmesidir. 17 Aralık 1908’de açılan parlamento, 9 Şubat 1909 tarihli yirmi beşinci birleşiminde konuyu gündeme getirir. Akkâ Mebusu Sait Efendi kadıların ve müftülerin nasıl seçildiklerine dair bilgi vermesi için Şeyhülislam’ın parlamentoya davet edilmesini teklif eder. (M.M.Z.C. 25. Bileşim, 27 Kanunusani 1324, 9 Şubat 1909, 1. İçtima) Akka mebusu Said Efendi meclis başkanlığına uzunca bir gerekçe sunarak, “Şeyhülislâm Hazretlerine Meclise gelmek üzere bir gün tayini zımnında işbu takririm takdimine mübaderet kılındı” diyerek, acilen Şeyhülislam Efendinin meclise gelip izahatta bulunması gerektiğini söyler. Said Efendinin bu girişimi yeterli elin kalkmamasından dolayı meclis tarafından kabul edilmez. (Aynı zabıt)

11 Şubat 1909 tarihinde meclisi mebusanın 26. birleşiminde bu kez Konya Mebusu Vehbi Efendi ve arkadaşları “kadı tayinlerinde gerekli vasıflara riayet edilmemesine, hakimlerin suiistimal edilmesine, şeri mahkemelerin durumları, meşihat makamındaki bazı durumlar hakkında meclise izahta bulunması için Şeyhülislam Efendinin davet edilmesine” diye meclis başkanlığına bir önerge verir. (M.M.Z.C. 26. Birleşim 29 Kanunusani 1324, 11 Şubat 1909, 1. İçtima) Mehmed Vehbi Efendi ulema kısmından olup Konya mebusu olarak meclise girmiştir. 1911-1915 yılları arasında “Hülasatül Beyan Fi Tefsirel Kur’an” tefsirini yazmıştır. (Remzi Ateşyürek Mehmed Vehbi Efendi DİA cilt 28. Sayfa 540) Müfessir sıfatı olduğu gibi fıkıh geleneğinin içinden gelen biridir ve Şeyhülislamın meclise gelip hesap vermesini istemektedir.

Mehmed Vehbi Efendi ve arkadaşları Şeyhülislamın meclise gelmesini gerektirecek uzun bir zaruret listesi beyan ederek sonunda; “Şeyhülislâm Efendiden istizah etmek derece-i vüeuba gelmiş olduğundan, bu bapta Heyeti Muhteremenin basireti kâmile ile maksadı izah ve istizahı nazarı dikkate almalarını istirham eyleriz” diyerek beyanını sonlandırır. (aynı zabıt) İstanbul mebusu Mustafa Asım Efendi önergenin kabul edilmesine dair bir şeyler söylemek istediğini belirtir. Bu arada söze Tokat mebusu İsmail Paşa girer. İsmail Paşa, böyle bir gerekçenin Şeyhülislamı çağırmak için uygun olmayacağını, gereksiz olduğunu söyleyerek, “Efendiler, her şeye el vurmayalım, biz mebusuz çoluk çocuk değiliz. Şeyhülislam hazretleri izahat istenen hususlar hakkında gerekli izahatı Babıali’ye yapmıştır. Şeyhülislam hazretlerini meclise davet uygun değildir, çünkü gerekli izahlar yapılmıştır” (aynı zabıt) der. İsmail Paşanın beyanından anlaşıldığına göre, Şeyhülislam sorumlu olduğu halifeye, konu ile ilgili izahta bulunmuştur, lakin parlamento bunu yeterli görmediğinden olsa gerek, şeyhülislamın gelmesinde ısrarcıdır.

İsmail Paşa’nın sözünü keserek araya giren Manastır mebusu Pançedoref Efendi Paşaya hitaben, “vekil misiniz?” diyerek müdahale eder. İsmail Paşa söz devam ederek, “insaf edelim insaf, makamı düşünelim” diyerek sözünü bitirir. (aynı zabıt) İsmail Paşa makam-ı meşihatı doknulmaz olarak görmekte ve öyle kalmasını istemektedir. Meclis Reisi Ahmed Rıza kabul edenlerin ellerini kaldırmalarını ister ve bu kez Şeyhülislamın meclise gelmesi için davet edilmesi kabul edilir. Şeyhülislam gelip meclisi mebusana hesap vermelidir. Aslında mesele Şeyhülislamın meclise hesap verme meselesi değildir, asıl mesele itaati sağlama meselesidir. Bu tartışmalar yapılırken, Mustafa Sabri Efendi ve Elmalılı Hamdi Efendi de meclisi mebusandandır ve tartışmalara şahittir.

Meclisi Mebusanın açılışından sonra Kamil Paşa (1832-1913) tarafından 7 Ağustos 1908 tarihinde kurulan hükümet dağılır ve 13 Şubat 1909 tarihinde Hüseyin Hilmi Paşa tarafından yeni hükümet kurulur. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa Hükümetinde şeyhülislam Ziyaeddin Efendidir (1847-1918). 13 Şubat 1909 da kurulan hükümet programının okunması için 4 Şubat 1324-17 Şubat 1909 tarihinde parlamento otuzuncu birleşiminde toplanır. Hükümet programının okunmasında dönemin şeyhülislamı Ziyaeddin Efendi de meclisi mebusana gelir. Bu olay tartışmaları da beraberinde getirir. Asıl tartışmaları ateşleyen sebeplerin başında ise şeyhülislamın meclise gelmesi olduğu kadar, Hilmi Paşa’nın hükümet programında, hükümet olarak yapmak istediklerini zikretmesidir.

Hüseyin Hilmi Paşa mecliste hükümet programını okurken:

“Dahili işlerimizden yapacaklarımız için öncelikle kurumların idaresinde meşrutiyete ve esas olarak ilerleme yolunda yeni kurulan heyetin ihtiyaçlarına uygun olarak gerekli dönüşümleri sağlamaya çalışmak olacaktır. Sizlere sunacağımız kanun ve nizamların hakikaten bu düşünceye uygun olması için, diğer memleketlerin kanunlarını da detaylı olarak tetkik ederek, bunlardan lazım olanların yasalaştırılmasında kusur etmeyeceğiz. Avrupa devletlerinden bazılarının gelmiş olduğu mükemmel siyasete ulaşmaktan evvel, ilerleme yolunda kat edeceğimiz merhaleler olduğundan dolayı, her millete kendi istediğine göre işe başlayarak, kanunların ve nizamın bu hal üzere yapılmasına çalışmak olacaktır.” (M.M.Z.C. Otuzuncu Birleşim 4 Şubat 1324, 17 Şubat 1909, 1. İçtima) der sözlerine devam ederek programını izah eder.

Meclis reisi Ahmed Rıza Efendi program okunmasının ardından kabul edenlerin ellerini kaldırmalarını isterken, söze İstanbul Mebusu Mustafa Asım Efendi müdahil olur. Reis engellemeye çalışsa da Mustafa Efendi itirazını dile getirir.

“Programda yasama hususunda açıklama yaparken dediler ki, bütün yabancı memleketlerde gerekli olan her türlü kanuni meseleleri araştıracağız. Bu konuda yeterliliği dünyaca takdir edilmiş olan ahkam-ı şeriyeden hiç bahsedilmedi. Ancak bu bahis herkesin aklında zaten böyle olduğu bilindiği için söylemek lüzumu hissedilmemiş olabilir. Yani herkes bilir ki Devlet-i Osmaniye’nin esas kanunları, Fıkıh merkezlidir. Bunda bulamadığımız çözümleri, zamana uygun kararlara tesadüf edemediğimiz taktirde başka yasalara, kanunlara ihtiyacımız olduğunda, yabancıların yasalarını tetkik edeceğimizi kastediyorsa, bunu Sadrazam Paşa Hazretlerinin ağzından duymak isteriz.” (aynı zabıt)

Mustafa Asım Efendinin bu müdahalesine Hüseyin Hilmi Paşa, sözlerinin yanlış anlaşıldığını belirtmek için söz alır ve asıl kastettiğinin de Mustafa Efendinin söylediğinin olduğunu ifade eder. Bu tartışmaların yaşandığı sırada mecliste şeyhülislam Ziyaeddin Efendi de bulunmaktadır. Mustafa Asım Efendinin müdahale ettiği programa şeyhülislam sessiz kalmıştır.

Şeyhülislam meclise gelmeli mi?

Meclisi mebusandaki tartışmalar ve şeyhülislamın mecliste bulunması kamuoyuna da yansır. Şeyhülislamın meclise gitmesine “Şeyhülislam Meclise gelmeli mi, gelmemeli mi?” gibi tartışmalar başlar. İlk dönemlerinde İttihat ve Terakki yanlısı olan fakat Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki’ye karşı sert muhalefet getiren Mizan Gazetesinde, (Abdullah Uçman Mizan DİA cilt: 30; sayfa: 213) gazete sahibi Murat Bey, “Şeyhülislam ve Meclis-i Mebusan” başlıklı bir makale kaleme alır. Murat Bey Şeyhülislamın meclise gitmesini uygun görmez.

Murat Bey söz konusu makalesinde şöyle demektedir:

  “… Şeyhislâm Efendi Meclisi Mebusan’a gitmeli mi, yoksa gitmemeli mi? Yahut Şeyhülislâm Efendi kabine azasından bir rüknü mesul müdür değil midir?

Şu mesele zihinleri epeyce işgal etmektedir. Bu baptaki fikrimizi halisane izah edelim: Teşkilâtı adliyemizden önceden beri mahkemeler meşihata bağlı idi. Bugün o hal baki olmuş olsa Şeyhülislamı kabine erkânından saymak için tereddüde mahal olamazdı. Çünkü bir hükümeti medeniyenin üç kuvayi esasiyesinden birini teşkil eden bir idarenin, hem de ahali ile en ziyade temasta bulunan bir idarenin, milletin teftişi haricinde bırakılması Meşrutiyet ile tevfik edilemez. Bugün bir Teşkilâtı Adliyemiz var. Mahakim mesul olan Adliye Nazırına tâbidir. Lâkin tamamen değildir. Çünkü meşihattan nasp ve tayin olunan hükkâmı şeri, Mahakimi Adliyeye de riyaset ediyorlar. Hiçbir yerde mevcut olmayan bu hal dahi müvakkat bir şey olsa gerektir. Aksi halde mahakimde ittirat temin edilemez.

Muvakkat olan şu halden dolayı Şeyhülislâm Efendi dahi Adliye Nazırı gibi Millet Meclisi önünde mesul olup hini davette icabet ile Meclisi Mebusana gitmeli mi, gitmemeli mi? Bize kalırsa gitmemelidir. Çünkü bizce Şeyhülislâm mesul olan kabineye adî vekili devlet sıfatıyla dahil değildir. İptidayi emirde Sadrâzam ve Şeyhülislâmın intihabı ve tâyini Padişahın hukuku cümlesindendir. Dünyanın her tarafında meşrûtî bir hükümdar kabine teşkil etmek üzere yalnız birini intihap eder. Bizde iki olmasına başka sebep aramalıdır.

Sebep meydandadır: Şeyhülislâm vükelâyi devletten değildir. Halife vekili, şeriat memurudur. Şeyhülislâm meclisi hasda hazır bulunur; derdesti müzakere olan işler hakkında ciheti şer’iye itibariyle rey verir. Kabinenin sair harekâtından münasebatta müştereken mesul değildir. Müştereken mesul olamayınca Meclisi Mebusan ile teması resmide de bulunamaz. Denilirse ki Şeyhülislâm yalnız şeriat noktai nazarından meclisi hasda rey vermekle iktifa etmez, koca bir daire-i idarenin reisidir, o riyaset hakikaten meclisin kontrolü altına girmelidir. Biz o fikirde değiliz. Çünkü Şeyhülislâm, cemaati îslâmiyenin reisidir. Sair cemaat rüesasının maiyetlerindeki idareden fazla bir şey varsa, yani idare-i hükümete umuru mezhebiyeden gayri suretle müdahalesi görülürse, işte o müdahalesi tabiî bir şey değildir. Muvakkattir, bir gün evvel her şeyin mihveri matlûba ircaı lâzımdır. O vakta kadar meşihat umuruna ait olan istizahlar ya sadarete, yahut mezahip müdüriyetine tevcih olunmalıdır. Hasılı Şeyhülislâm Efendinin istizaha cevap vermek üzere Meclisi Mebusan’a gitmesine taraftar değiliz.” (Osman Nuri Ergin Maarif Tarihimiz cilt 5 sayfa 1669-70)

Murat Bey, yeni düzenin asıl niyetini açık etmektedir, o da şeyhülislamlık makamının meclisin kontrolü altına girmesidir. Zira millet-i hakime, her şeye hakim olmak istemektedir. Murad Bey özetle, Şeyhülislamın konumunun farklı olduğunu ve meclis-i mebusana gitmemesi gerektiğini, zira Şeyhülislam’ın statü olarak meclisin üstünde olduğunu dile getirmektedir. Murad Bey aslında dikkat çekici bir noktaya işaret ederek, “Şeyhülislâm, cemaati îslâmiyenin reisidir” der. Murad bey ileri sürdüğü bu düşüncesinde, İslam Fıkıh geleneğinden farklı bir gerekçe öne sürse de haklıdır. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, Meşrutiyetin ilanıyla birlikte Meclis-i Mebusana Ermeni, Yahudi, Hristiyan vekiller girmiş ve mecliste sayıları az da olsa söz sahibi konuma gelmiş olmalarıdır. Bunun ötesinde Ermeni, Yahudi, Hristiyan olmasa da, bunlara hayranlık duyan vekiller ağırlıktadır. “Cemaati îslâmiyenin reisi” olan Şeyhülislam, meclise hesap vermeye geldiğinde, bu gayrimüslimlere de hesap verecek, onların baskısıyla karşılaşacaktır. Bütün bunların ötesinde Müslüman-gavur arasında külli bir kural olan “vela ve bera” ilişkisi bağlamında “velayet-dostluk” hukukuna halel gelecektir. Zira bir kâfirin Müslüman üzerinde velayet hakkı yoktur. Bir kâfir özellikle amir-emreden-hükmeden konumunda bulunamaz.

Tartışmaya müdahil olan diğer bir isim Derviş Vahdeti olur. Vahdeti şeyhülislamın meclise gitmesini iki yönden eleştirir. Birincisi bulunduğu makam itibarıyla yerinin meclis olmadığı yönünden, diğeri Hüseyin Hilmi Paşa’nın hükümet programına sessiz kalmasından dolayı sert eleştirilerde bulunur.

“Herkesin bildiği gibi, Şeyhülislamlık makamına tasarruf  ve bu makama getirilme hakkı sadece halifeye aittir. Makamın ismi de şeyhülislamlıktır. Derece olarak Sadrazamla aynı derecededir. Manevi olarak da İslam aleminin müftüsü, temsilcisidir.

Kendisinde olan bu kadar hakkı takdir edemeyip de Meclis-i Mebusana sadrazamla birlikte katılmak ve hükümetin programına itiraz etmemek, hem bulunduğu makamın kıymetini bilmemek, hem de şer-i şerife karşı tavizkar davranmaktır.

“Bulunduğu makamın kadrini bilmemektir çünkü sizi tayin eden Hilafet makamı olduğu halde, Meclisin de güvenini kazanmak istediğiniz anlaşılıyor ki, orada bulunuyorsunuz. Bundan başka şer-i şerife karşı tavizkar davranıyorsunuz ki, sadrazamın hükümet programında açıkça zikrettiği, ‘Tanzim edeceğimiz kanunlar ve nizamlar için yabancı milletlerin kanunlarını da inceleyeceğiz, bunlardan lazım geleni de alacağız’ dediği halde itiraz etmediğiniz anlaşılıyor. Bereket versin ki mecliste bulunan mebus Mustafa Efendi, ‘Osmanlı Memleketinin kanunları şer-i şeriftir, bunda bulunmayan kanunlar olursa o zaman başka yerden alacağız’ demiştir de, kabinenin ve milletvekillerin huzurunda bu ifadelerin tekrar edilmesini sağlamıştır.” (Derviş Vahdeti Şeyhülislam Hazretlerine, Volkan, sayı 50, Tarih 19 Şubat 1909)

Dikkat edilirse Vahdeti’nin ifadelerinden mecliste ne olursa dışarının haberinin olduğu anlaşılmaktadır. Meclis zabıtlarında kaydedilenler birebir Vahdeti’nin satırlarında yerini bulur. Vahdeti “gerekirse başka milletlerin kanunlarından da tercümeler yapacağız” diyen hükümeti de çok sert bir şekilde eleştirir. Böyle bir şeye İttihad-ı Muhammedi olarak müsaade etmeyeceklerini ifade eder. (aynı makale) Vahdeti, İslam hukukuna bütün dünyanın hayran olduğunu da sözlerine eklerken, ‘böyle bir kanunlar manzumesi dururken başka kanunlara ne hacet vardır’ der.

Derviş Vahdeti’nin makalesinden bir gün sonra 7 Şubat 1324-20 Şubat 1909 tarihinde meclisi mebusan 32. birleşiminde bir araya gelir. Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi ve arkadaşları şeyhülislamı meclise getirmekte kararlıdır. Meclisin 26. oturumunda şeyhülislamın meclise gelip açıklama yapması için verdikleri önerge kabul olamamıştır. Aynı önergeyi tekrar meclis başkanlığına sunarlar. (Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi 32. Birleşim 7 Şubat 1324, 20 Şubat 1909, 1. İçtima) Meclis başkanı Ahmed Rıza Efendi, Şeyhülislamlık makamından bir izah yazısını geldiğini ve gerekli açıklamaların yapıldığını ifade eder ve meclise bu cevapla yetinilip yetinilmeyeceğini sorar. Zabıtlarda adı zikredilmeyen bir mebus bunun kabul edilmeyeceğini ve gelip cevap vermesinin gerektiğini belirtir. (aynı zabıt)

Kastamonu mebusu Yusuf Kemal Bey söz ister ve meclisin davet ettiği birisinin ya kendisinin gelmesi gerektiğini ya da makamından birini göndererek meclise izahatta bulunmasının zaruri olduğunu ve bundan sonra kâğıtla yapılan izahların kabul edilmemesi gerektiğini söyler. (aynı zabıt) Başkan bu talebin sahibi kimse bu isteği onun yapması gerektiğini ifade etse de, Yusuf Kemal Bey, “Rica ederim Reis Bey, Meclisin kararına itiraz ettiği için, hak hepimizindir. Yalnız onların değil. Umuma taalluk eder” (aynı zabıt) diyerek bir bakıma herkesi meclisin kutsiyetini takdire davet eder. Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi ve arkadaşları kâğıtla yapılan izahı kabul etmezler ve şeyhülislamın meclise gelmesi için yeniden davet edilmesi kararlaştırılır.

Meclisin şeyhülislamı tekrar davet etme hamlesine karşı Derviş Vahdeti 24 Şubat 1909 tarihli volkan Gazetesinin 55. sayısında bu kez “Meclis-i Mebusan Riyaset-i Aliyyesine” diyerek bir makale kaleme alır. Daha önceki makalesinde şeyhülislama seslenen Vahdeti bu kez meclise söz söylemektedir.

 “Meclisin makam-ı meşihata gönderdiği davette, şeyhülislamın meclise gelerek bir vekil gibi meclise izahatta bulunması lüzumunun kendilerine bildirilmiş olduğunu öğrendik.

Şeyhülislamın halife tarafından tayin olunması, bulunduğu makam itibarıyla meclise gelip izahatta bulunmasını olanaksız kılmaktadır.

Şeyhülislam, şeyhülislam olması hasebiyle mecliste bir vekil gibi bulunması, görüşülecek meselelerde Muhammedi şeriata muhalif bir şeyin meydana gelmemesi gerekmektedir. Kanun-i Esasiye gelince: Şeyhülislamın vükeladan sayılması zımnen anlaşılsa da, meşrutiyet usulü idare olunan memleketlerde hiçbir reis-i ruhani parlamentoya izahat için davet olunduğu yoktur. Bu sebepten meclisin şeyhülislamı davet etme hakkı olamayacağı gibi, vakıflar bakanından da hesap soramaz. Zira mecliste bulunan çeşitli milletlerden oluşan komisyonlar, Rum, Ermeni, Bulgar vatandaşlarımızın bizim vakıflarımıza karşı bir beyanda bulunmaları nasıl mümkün olabilir? Gerek vakıflarda görevli olanların, gerekse şeyhülislamlık makamında bulunanların sahip oldukları salahiyetleri suiistimal ederlerse, o makamların haysiyetlerini muhafaza etmezlerse İttihad-ı Muhammedi olarak bu gibi Hukuk-i İslamiyeyi aramak mecburiyetini hisseder. Binaenaleyh bu iki şıkkın meclis tarafından güzelce düşünülmesini ve bu gibi makamların şereflerine uygun bir karar vermelerini cemiyetimiz namına temenni ederiz.” (Derviş Vahdeti “Meclis-i Mebusan Riyaset-i Aliyyesine Volkan sayı 55, sayfa Tarih 24 Şubat 1909)

Vahdeti şeyhülislamın davet edilmesinin yanlışlığına dikkat çekerken, bir başka hususa daha işaret etmektedir. O da Müslümanlara ait vakıflar üzerinde gayrimüslimlerin söz hakkının olmadığıdır. Mecliste oluşturulacak komisyonlarda vakıflarla ilgili olanlara Müslümanların haricindekilerin dahil edilmemesi gerektiğini söylemektedir. Derviş Vahdeti İttihad-ı Muhammedi Fırkasının kurucusudur ve gerektiğinde İttihad-ı Muhammedinin bu hukuksuzluğun peşine düşeceğini söylemekten çekinmez.

Derviş Vahdeti Volkan gazetesinin 25 Şubat 1909 tarihli 56. Sayısında meseleye yeniden değinir.  “Şeyhülislam Efendi’nin Nazar-i Dikkatine” adlı bir makale kaleme alır. Bu kez makalesinde Servet-i Fünun ve Tan gazetelerinde yer alan haberlere binaen düşüncelerini paylaşır. Hüseyin Hilmi Paşanın kıraat olunan hükümet programında Osmanlı devletinin geçmişten bu yana tebligatlarında yer alan, “İnayet-i Bari ve Peygamber efendimiz” (Derviş Vahdeti Şeyhülislam Efendi’nin Nazar-i Dikkatine, Volkan sayı 56, sayfa 1, tarih25 Şubat 1909) cümlelerinin yer almamasıdır. Vahdeti makalesinde yeni idarenin eski istibdadın yerine bir başka istibdadı kurmak istediğini anlamış gibidir. Yapılmak istenenlerin zorlamayla, baskıyla gerçekleşemeyeceğini ifade eder.

Bizde tesis edilmek istenen idare-i meşruta, dinden ayrı bir şekil almayacaktır. Aldırılmak istense bile bırakılmayacaktır.

Şimdi Hüseyin Hilmi Paşanın beyannamesinde iki büyük hata vardır ki: Birisi kanunlarımızı ‘milel-i muhtelife kanunlarının esasından alacağız’ demesi, biride bütün Avrupa devletlerinde bile cari olan usul-i diniye ki: Cenab-ı Hak’tan istibadad etmektir. Bu hususu katiyen nazar-ı dikkate almamasıdır. (aynı makale)

Gerek parlamentoda gerekse basında dozu artan tartışmalara Beyanül Hak’da bir makalesiyle Elmalılı Hamdi Efendi de katılır. Elmalılı Hamdi Efendi 1 Mart 1909 tarihin Beyanül Hak’da “İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye” adlı bir makale kaleme alır. Elmalılı bu makalesinde çok cesur ve ucu açık yorumlar dile getirir. Şeyhülislamın meclise gelmesine karşı çıkanları şiddetle eleştirir. Bir meşrutiyet fanatiği olarak Antalya’dan mebus olan Elmalılı Hamdi Efendi Murad Beyin ifadelerine çok bozulmuştur.

Elmalılı Hamdi Efendi makalenin girişinde dahi eleştiri dozunu çok yüksek tutar ve ucu alabildiğine açık ifadelere yer verir:

 “Mizan gazetesinin 76 numaralı nüshasında “Şeyhülislam Meclis-i Mebusan’a gelmeli mi, gelmemeli mi? ünvanlı bir bend görüldü.

Şeyhülislamın kabineye dahil olamayacağı, yalnızca halifenin vekili ve İslam Cemaatinin başkanı olduğundan dolayı kabinede geçici olarak yani şer-i mahkemelerin hüküm işlerinin tamamen Adliye nezaretine teslim ve şeyhülislamlık dairesinin hükümet işlerinden el çektirilinceye kadar dahil olabileceğini ve bunlardan dolayı meclise gelmesi gerekliliği hasıl olmuştu. Bahsi geçen düşüncede, Osmanlı Hükümetinin idare şekli meşrutiyet olmakla adeta İslami Hükümet olmaktan çıkmış olacağı, bundan dolayı İslam’ın yeni (Avrupa) medeniyet ile meşrutiyet usulünce uyuşamayacağı söyleniyor. Ve Hilafete ve Şeyhülislamlığa adeta bir ruhaniyet havası getiriliyor.” (Beyanül Hak sayı 22, sayfa 511 Tarih 1 Mart 1909)

Yeni düzen eskisinden farklı işleyecektir ve artık Makam-ı Meşihat yani Şeyhülislam hükümet işlerine karışmayacaktır ve bu sebepten şeyhülislamdan gerekli izahatı yapması ve şeyhülislama gerekli talimatların verilmesi için meclise gelmelidir. Bu tartışmalar ileriki süreçte şer-i mahkemelerin Adliye Nezaretine bağlanmak istediği parlamento oturumlarında çok tartışılacak ve bu tartışmalarda sessiz kalan ulema kesimi ve özellikle Mustafa Sabri Efendi çok mücadele edecektir. Elmalılı Hamdi Efendi Şeyhülislamın dolayısıyla dinin devlet işlerinden elinin çektirilmesinden de bahsederken, ileriki süreçte devletin laikleşmesini de üstü kapalı ima etmektedir.

Dikkat edilirse Elmalılı Müslüman düşüncesinde hiç olmayan başka bir tartışmayı da gündeme taşır. Bu da; “İslam’da ruhaniyet” meselesidir. “İslam’da ruhaniyet vardır” diyen herhangi biri olmamasına rağmen, “İslam’da ruhaniyet yoktur” demek anlaşılması zor olan gereksiz çıkışlardan birini teşkil etmektedir. İslam düşüncesinde tartışılmamış olan bu dinde ruhaniyet tartışmaları, Müslümanların gelecekteki düşüncelerinde ele almak zorunda kalacakları başka bir mesele olarak kendisini gösterecektir. Özellikle ruhaniyetin olmadığını ileri sürenler için kullanışlı bir kavram olarak öne çıkacak olan bu ifade alime, ulemaya, ilim ehline, hocaya, bilenlere karşı pervasızca saplanmak için cahillerin elinde kılıç kalkan işini görecektir. “İslam dininden ruhaniyet yoktur” diyerek öne çıkanlar, aslında gerektiğinde yaptıkları kötülüklerde, kendilerine emr-i bil maruf düsturuna karşı emri vaki yapacak olanların sözünü bitirmeleri için kullanılacaktır.

Elmalılı Hamdi Efendi makalesinde ruhaniyet meselesini uzun uzun anlatır. Ruhaniyet meselesinden sonra daha sıkıntılı konulara giren Elmalılı, alabildiğine cesur davranmaktan kaçınmaz. Şeyhülislamı ruhaniyet yoktur diyerek etkisizleştiren Elmalılı, halifenin de nerede durması gerektiğini, yerinin neresi olduğunu belirler:

“Halife bir taraftan kendisine bey’at eden ümmetin vekâletini taşırken, diğer taraftan kendisinin de vekâlet veren ümmeti gibi uygulamak ve uymak zorunda olduğu kanunların sorumluluğunu taşır, yasa koyucunun da koyduğu yasalara hiçbir zaman şahsi olarak itiraz edip karşı gelemez. Eğer yasa koyucunun koyduğu yasalara karşı gelirse, Hakimiyet-i Millet gerekli olanı yapar. Bundan dolayı İslamiyet’te Hilafet, şer-i kanunun uygulayışından başka bir şey olmadığı gibi, ruhani bir başkanlık değildir. Hilafet bir Hükümet-i Meşruta-i İslamiye Reisi demektir. Bunun için yabancı memleketlerdeki Müslümanlara velayet hakkı yoktur. Fakat Müslümanlar manevi duygularla halifeye bir bağlılık duyarlar. Baskı ve musallat olma manalarına gelen saltanat anlam itibarıyla baskıyı içinde barındırdığından, artık hürriyet devrinde hilafetin manasını meşrutiyetin icap ettirdiği şekilde tanımak zaruridir.” (aynı makale) 

Elmalılı Hamdi Efendi bu ifadeleri ne fıkıh geleneğinden gelen bir fakih olarak, ne Medrese geleneğinden gelen bir müderris olarak, ne İslam düşünce geleneğinden gelen kelamcı olarak ne de tefsir geleneğinden gelen bir müfessir olarak söylememektedir. Elmalılı Hamdi Efendi Antalya’dan meşrutiyetin bir mebusu olarak bu ifadeleri zikretmektedir. Şeyhülislamın parlamentoya gelip gelmemesi meselesini çok farklı yerlere taşımakta, önüne geçilemeyecek tartışmalara kapı aralamaktadır. Çok ilginçtir ki Halifenin yabancı memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayetinin olamayacağını ifade ederken, aynı zamanda Halifeyi kurulan meşrutiyet idaresinin başkanı derecesine indirmektedir. Hiçbir yaptırımı olmayan, sembol niteliğine indirdiği halife, sadece meşruti idarenin başkanıdır ve parlamento ne karar verirse onu tasdik edecektir.

Elmalılı’nın ortaya attığı diğer bir kavram “Hâkimiyet-i Milli” dir. Yabancı memleketlerdeki Müslümanlara bir velayeti olmayan halife, meşruti hükümetin başkanıdır ve parlamento hâkimiyet-i millidir. Hâkimiyet-i Milli ise halkı temsil eder. Eğer halife başkanı olduğu parlamentonun yasamasına karşı gelir, çıkan yasalara uymazsa, hâkimiyet-i milli gerekeni yapmaktan çekinmez. Nitekim sonuçta da öyle olmuştur. Dönemin şeyhülislamının yazmadığı “hal fetvası” nı Elmalılı Hamdi Efendi parlamentonun isteği üzerine yazmış, Abdülhamit bu fetvayla “hal” edilmiştir.

Elmalılı makalesinin sonunda asıl tartışma konusu olan şeyhülislam meselesine döner.

“Cemaati İslamiye reisi Hükümet-i İslamiye reisinden başka bir şey olamaz. Hükümeti bu şekilde tefrik etmek, hükümet içinde hükümet demek olur. Madem öyledir, şeyhülislam herhalde millet meclisine karşı mesul ve ledel-iktiza cevap ve izahat vermeye mecburdur. Hatta nazar-ı İslam’da en büyük mesuliyet ulemaya teveccüh eder. Şeyhülislamların meclise gelmesi bir vakit icabat-ı İslamiyete muhalif değildir. Belki ihmal edilerek en büyük bir daireyi yed-i istibdadda bırakmak suretiyle su-i istimale meydan verilmesi makamın papalık gibi la-yuhitlik ve mukaddesiyet muamele görmesi, şeriat-i İslamiyenin hikmet-i asliyesine mugayirdir. Şeriatın halifeye bile hakim gösterdiği kuvve-i umumiye-i milleti sıfat-ı hilafetin bir cüzüne vekil olan zat hakkında küçük göstermek hiç caiz olamaz. Velhasıl şeyhülislam hükümet memuru olmaktan başka bir şey değildir. Ve bu sıfatla meclise gelir. Makamına layık bir zat ise olduğu kadar hem makamı ve hem şahsı itibarıyla alkışlanır. Değil ise yalnız başına ait olmak üzere hükümetten sakıt, belki nakizane layık olur. İşte halifesini fakir ve vazi bir tebasıyla seviyyen muhakeme eden İslamiyet’in hükmü budur. Maadası hurafattır.” (Beyanül Hak aynı makale sayfa 514)

Antalya mebusu olarak parlamentonun bir üyesi olan Elmalılı Hamdi Efendiye göre, şeyhülislam “hükümet memuru olmaktan başka bir şey değildir, dolayısıyla gelip meclise hesap vermeye mecburdur.” Elmalılı farkında olmadan ya da farkında olarak şeyhülislamın şahsında bütün ilmiye sınıfının altını oymaktadır.

Elmalının Beyanül Hak’daki makalesine karşılık Derviş Vahdeti Volkan Gazetesinin 4 Mart 1909 tarihli 63. sayısında “Ruhbaniyet Ruhaniyet” adlı bir itiraz makalesi kaleme alır. Elmalılı Ruhbaniyeti ve Ruhaniyeti birbirine karıştırmaktadır. Vahdeti aynı makalesinde şeyhülislamın meclise giderse nasıl ve kimlerle birlikte bulunabileceğini de belirtir. Eğer mecliste sadece ulema sınıfı bir araya gelecek ve aralarında münazara yapacaklarda, şeyhülislamın o vakit meclise gitmesinde bir sakınca yoktur:

“Beyanül Hak refikamızın son nüshasında ‘İslamiyet, Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye’ ser levhalı bir makalede iki şey nazar-ı dikkatimizi celb etmiştir. Biri ruhbaniyetle ruhaniyet bir gösterilmiştir. Biri de ruhun maddi olmadığının sabit bile değildir’ denilmesidir.

 (…)

Ulema-i İslam’a gelince din-i mübinimiz hem dünyaya hem de ahirete taalluk ettiğinden, bunun gibi ne yalnız cismani denilebilir ne de ruhani. Her ikisine de cami olan şeyhülislamlıktır.

Şeyhülislamın meclis-i mebusana gidip gitmesi cihetine gelince, meclisi mebusan azaları arif-i ulemadan olmak üzere içtima ederlerse şeyhülislamın, izahat için meclisi mebusana gitmesinde beis yoktur. Lakin umumi olarak vaka olacak bir istizah mahzurdan salim değildir. Bu sebepten şeyhülislamın gidip gitmemesi en mühim bir mesele hükmündedir. (Derviş Vahdeti, Volkan sayı 63, sayfa 4, tarih 4 Mart 1909)

Bu tartışmalara dönemin İslami basınından olan İttihad-ı İslam Mecmuası da katılır. 5 Mart 1909 tarihli 12. sayısında  “Meşihat Meselesi, Hilafet ve Saltanat” başlıklı bir makale yer alır.

“Şeyhülislam heyet-i vükelanın azay-ı faaliyesinden midir? Yoksa mecliste sus kabilinden bulunur vazifesiz, mesuliyetsiz bir kimse midir? İşte birkaç gündür bazı gazetelerimizde bu meseleden bahis olunuyor.” ” (İttihadı İslam sayı 12, sayfa 4, Tarih 5 Mart 1909) der ve gelecek nüshada bu bahse aid birkaç söz yazacaklarını ifade eder. İttihad-ı İslam’ın bu konu üzerine bahsine daha sonraki nüshalarında rastlayamadık.

Meclis-i Mebusan 28 Şubat 1324-13 Mart 1909 tarihinde 40. birleşimini gerçekleştirir. Bu birleşiminde şeyhülislam meselesi neredeyse meclisin o günkü gündemi halini alır. Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendinin ve arkadaşlarının daha önce talep ettikleri izah için beklenen Şeyhülislam meclise yine gelmemiştir fakat bu kez namı yerine İstanbul Mahkemesi Naibi Hasan Lütfi Efendiyi göndermiştir. Şeyhülislam ilk davet edildiğinde gelmemiş, daha sonra gelmesi ve meclise izahta bulunması/hesap vermesi için yeniden davet edilmiş, o davetinde de gitmemiş fakat bir kâğıt yazarak meclise göndermiştir. Fakat bu kâğıtta kafi gelmemiş, ya kendisinin bizzat gelmesi gerektiği ya da emiri altındakilerden birini göndermesi istenmiştir. İşte parlamentonun 40. birleşiminde meclise gelmeyen şeyhülislam Ziyaeddin Efendi bu kez yerine, “Hasan Lütfi Efendinin görevlendirildiğine” dair bir notla İstanbul Mahkemesi Naibi Hasan Lütfi Efendiyi göndermiştir. (M.M.Z.C. 40. Birleşim tarih 28 Şubat 1324, 13 Mart 1909, 1. İçtima) Meclis şeyhülislamın meclise gelmesi konusundaki ısrarında başarılı olmak üzeredir.

Meclis başkanı şeyhülislam adına gelen İstanbul Mahkemesi Naibi Hasan Lütfi Efendiye gerekli açıklamaları yapması için söz verir. Bursa mebusu Ömer Fevzi Efendi, gelen kişinin şeyhülislamın yerini tutmayacağını ve meşihat makamında görevli olmadığından dolayı izahatının kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürerek görüşmeye müdahale eder. (aynı zabıt) Konuya başka vekillerde müdahil olunca oylanması istenirse de, başkan bu kez gelindiği için Hasan Lütfü Beye söz verir.

Hasan Lütfü Bey izahat istenen konularda gerekli açıklamaları yaparak, meşihat makamındaki görevlilerin, hakimlerin kadıların diğer memurlardan farklı tutulduğunu, ekonomik yönden sıkıntı çektiklerini söyler. Devamla, “hatta bizim öyle Kazalarımız vardır iki, hâkimi vardır, fakat maaşı yoktur” der. Hasan Lütfü Bey meclise karşı da mütevazi davranmaktadır. Yaşanan durumu anlatarak, “Muhterem Mebusların daima himmetinden eminiz ve gayretlerine itimadımız berkemâldir. Bu lâyihai nizamiyenin kusurları vardır, onlar tarafı âlinizden ikmal edilecektir” (aynı zabıt) diyerek izahata devam eder. Şeyhülislam vekilinin istenilen konular üzerine yaptığı genel izahatı meşihat makamındaki görevli olanların ekonomik sorunlarının büyük olduğu ve hatta 21 senedir görevli olup da hiç maaş almayanların bulunduğu üzerinde sürer.

Tartışmalara şeyhülislamın meclise gelmesini isteyen Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi de katılır. Mehmed Vehbi Efendi tam bir mebus edasındadır ve şeyhülislam vekilinin yaptığı izahların gerçeği yansıtmadığını ifade eder. Bir bakıma şeyhülislam vekilinin şahsında meclise gelmeyen şeyhülislamı ezmektedir. Mecliste konu ile ilgili tartışmanın zabıt kayıtlarına göre saatlerce sürdüğü anlaşılmaktadır. Fakat “şeyhülislam devlet memuru olmaktan başka bir şey değildir” diyen Elmalılı Hamdi Efendi bu tartışmalarda yer almaz. Meclis sonuçta istediğini almıştır ve yapılan izahın yeterli olduğu üzerine karar verir.

Mecliste, kamuoyunda ve basında bu tartışmalar sürerken, 13 Nisan 1909 tarihinde 31 Mart Vakası gerçekleşir. Hadiseden sonra ortaya yıkıcı sonuçlar çıkar, Müslüman dünya günümüzde bile etkisini sürdüren “irtica” kavramıyla tanışır. Bu olayda da ilmiye sınıfı, ulema kesimi meclisin ve ittihatçıların yanında yer alır. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye olarak “Asker Evlatlarımıza” diyerek bir beyanname yayınlar. (Beyanül Hak sayı 29, sayfa 668, Tarih 19 Nisan 1909) İttihatçıların kısa sürede devlet ve millet üzerindeki istibdad-baskıcı politikası, 31 Mart Vakasını ortaya çıkarmış, devlet ve toplum daha büyük sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. Şeyhülislamın şahsında ulema kısmını bertaraf etmeye çalışan İttihatçı taife, bu olayı fırsat bilerek, ilmiye sınıfından söz söyleyebilecek kim varsa bastırmış, yine bu olayı fırsata çeviren aynı taife, Abdülhamit’i yerinden etmiştir.

Bu olaylardan sonra artık ulema sınıfı, Mustafa Sabri Efendinin deyimiyle, “sarıklılar” olarak anılacak ve gerek devlet kadrolarında gerekse toplumun gözünde sarıklılar taifesi hakir görülecektir. Basında sarıklılar aleyhine çıkan makale ve haberlere bozulan Mustafa Sabri Efendi, 21 Haziran 1909 tarihli Beyanül Hak’ın 30. sayısında  “Menakıbımız ve Misalimiz” adlı bir makale kaleme alacak ve şahsında “sarıklılar”ı savunmak zorunda kalacaktır. Öyle görünüyor ki, Mustafa Sabri Efendi yapılmak isteneni anlamış gibidir, ama yine de durumun sıkıntılı sürecinden dolayı olsa gerek çok fazla bir şey diyemez. Mustafa Sabri Efendi başka bir şeyi daha anlamıştır, o da meşrutiyetin ne olduğunu daha kimsenin anlayıp takdir edemediğidir. Tabi burada akla gelen başka bir soru da, meşrutiyette yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, Sabri Efendinin meşrutiyetin hakkıyla takdir edilmediği yönündeki ifadesidir.

Tan Gazetesinin Selanik Baskısında Babanzade İsmail Hakkı Bey tarafından 31 Mart Vakası üzerine sarıklılara yüklendiği makalesini eleştiren Mustafa Sabri Efendi, sarıklılara büyük haksızlık yapıldığını uzun uzun anlatma ihtiyacı duyar. Sarıklıların istediğinin şeriattan başka bir şey olmadığını dile getiren Sabri Efendi, bu savunmasında meşrutiyet modeline de değinir:

“Şeriatı herkesten çok onların (sarıkların) anlaması gerekir. Meşrutiyeti ise (rica ederim) henüz bi-hakkın hangimiz anlıyor, takdir ediyoruz. Bu makalede bir taraftan itiraf bir taraftan iddia edilebilecek hakikat vardır. Sarıklılar tabakat-ı adiyesi itibarıyla saf hatta biraz gafil, iyice sadedil olduklarından bazen aldatılmak tehlikesine maruz olabiliyorlar. Fakat bunlardan hangi birinden olursa olsun suduruna ihtimal verilmeyen, hatta aldatılmak derecesinde kalarak hiçbir vakitte aldatmak, su-i niyette veyahut maddi bir menfaat takib eylemek derecelerine çıkmak imkânı yok gibidir ki buda bir şereftir. Bunun kusuru olan cihetinde ise kabahat sarıklıların değil hükümetindir.” (Mustafa Sabri Efendi, Menakıbımız ve Misalimiz, Beyanül Hak sayı 30, sayfa 693, Tarih 21 Haziran 1909)

Mustafa Sabri Efendi makalesinin ilerleyen satırlarında sarıklıların ve medresede eğitim gören talebenin istibdad döneminde dahi şimdiki durumundan daha iyi olduğunu ifade ederek, dönemin idaresine sert bir şekilde eleştirir. Mustafa Sabri Efendinin şahsında dönemin uleması her ne kadar meşruti idareyi eleştirseler de, ilginçtir ki idare şekli olarak meşrutiyetten bir türlü vaz geçemezler ve eleştirilerinde sürekli bir temkinli olma üslubu mevcuttur.

Şeyhülislam Mecliste

Meclis 1. İçtima senesini doldurup kapanır ve 1 Teşrinisani 1325-4 Kasım 1909 tarihinde yeni içtima senesine başlar. Yeni senenin 1 Aralık 1909 tarihli 9. birleşiminde, Halep mebusu Ali Cenani ve Gümülcine mebusu İsmail Beylerin şer-i kadıların durumunu düzenleyen mazbatanın yerine getirilmemesi üzerine makam-ı meşihattan-şeyhülislamlıktan açıklama istenir. (M.M.Z.C. 9. Birleşim, 18 Teşrinisani 1325, 1 Aralık 1909, 2. İçtima) Bu arada şeyhülislam Ziyaeddin Efendi gitmiş yerine Sahip Molla Efendi Şeyhülislam olmuştur.  Meclisin 4 Aralık 1909 tarihli 10. birleşiminde şeyhülislam Sahip Molla Efendi meclise gelir ve içlerinde onlarca gayrimüsliminde olduğu vekillere hesap verir. (M.M.Z.C. 10. Birleşim, 21 Teşrinisani 1325, 4 Aralık 1909, 2. İçtima) Yaklaşık bir yıl aradan sonra Millet-i Hakime emelini gerçekleştirmiş, şeyhülislamı meclise, hesap vermek üzere getirmiştir. Şeyhülislam Sahip Molla Efendi gayet nazik olarak mebuslara uzunca izahatlar da bulunur. İzahatın sonunda, “başka soracağınız var mı efemdim” diyerek sözlerini bitirir. Manzara gerçekten ilginçtir ve Osmanlı devlet geleneğinde olmayan bir şey olmaktadır. Mecliste ilmiye sınıfı da hazır bulunmaktadır.

İlmiye sınıfından Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi yine sahnededir ve şeyhülislam sert bir tavırla, “Şunu sual edeceğim ki, Meclisin küşadı 20 gün kadar oldu. Bunu Hoca Efendi ne sebebe mebni buraya bildirmediler” (aynı zabıt) diye sual eder. Laikleşmenin ilk adımları olan bu hadise, bir bakıma tarihi bir hadisedir. Şeyhülislamın şahsında bütün ulema hem de kendilerinin gayretiyle siyasetin karşısında mağlup edilmektedir. Tartışmaya Sinop vekili Hasan Fehmi dahil olur ve uzun açıklamalarda bulunarak makam-ı meşihatın aleyhine sözler söyler. Şeyhülislam Hasan Beyi yalanlayınca, mebus olan Hasan Bey bozulur ve “Bir memleketin namusuna, hamiyetine, haysiyetine itimat ile intihap ettiği bir mebusun sözüne yalandır demeyi katiyen reddederim” (aynı zabıt) diyerek karşılık verir. Hasan Fehmi Efendi meşrutiyetin bir mebusudur ve kendisinin de dediği gibi halkın seçtiği biridir.

Mecliste tartışmalar büyür ve uzar. Meclis Şeyhülislam Efendiden söylenenlerin tatbik-i icrasını isterse de şeyhülislam efendi tamamıyla icrasını kabul edemeyeceğini ifade etmesi üzerine, Karesi mebusu Ali Galip Bey, “Meclisin kararına Şeyhülislam Efendimin ittiba-ı mecburidir. Kabul etmiyorsa çekilmesi lazımdır” diyerek cevap verir. Şeyhülislam sert tavırlar karşısında tedirgin olarak, “Bendeniz Heyeti muhteremenin kararına muhalefet edip etmeyeceğime dair şimdilik bir söz söylemedim ve söylemek de benim için mutasavver değildir” (aynı zabıt) diyerek aşağıdan alır.

Hükümet memuru olmaktan başka bir şey olmayan şeyhülislam meclise gelmiştir ve Millet-i Hakime önünde hesap vermektedir, vermiştir ve bundan sonra surda açılan gedik onarılamayacaktır. Bu tartışmalarda ne hikmetse Elmalılı hiç müdahil olmamaktadır ya da mecliste bulunmamaktadır. Şeyhülislamın meclise gelmesine sert muhalefet eden Derviş Vahdeti 31. Mart vakası nedeniyle suçlu bulunup 19 Temmuz 1909 tarihinde asılmıştır ve artık hayatta değildir. Şeyhülislamı meclise getiren yeni düzen bundan sonra yakasını bırakmayacak, şeyhülislam şahsında sarıklılar diye anılacak olan ulema siyaset karşısında itibarını yavaş yavaş yitirecektir.

Meclisi Mebusan 20 Mayıs 1326-2 Haziran 1910 tarihli 103. Birleşiminde İlmiye bütçesini görüşmeye başlar. İlmiye bütçesi görüşmelerinde konuşulan makam Bab-ı Meşihat yani Şeyhülislamlık makamı ve onun nüfuz alanı olan kurumlardır. Tartışmalı bir ortamda geçen görüşmeler yaşanır. Şeyhülislamın yerine vekilinin bulunduğu birleşimde, Şeyhülislamlık makamının kaldırılması dahi gündeme gelir. Bu görüşmelerde Mustafa Sabri Efendi ilginç bir çıkış yaparak, “Şeyhülislamlık zaruret-i hamseden değildir” (M.M.Z.C. 2 Haziran 1910 103. Birleşim 2. İçtima) der. İlmiye bütçesi görüşmeleri bu oturumda bitmez. 4 Haziran tarihli 104. Birleşimde görüşmeler devam eder. Bu birleşimde Konya mebusu Mehmed Vehbi Efendi yine sahnededir ve meşihat makamını aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan geri durmaz. Mehmed Vehbi Efendi sürekli olarak makam-ı meşihatın-şeyhülislamlığın aleyhine konuşmakta ve ilmiye bütçesinin kısılmasını ifade etmektedir.

1326-1910 yılı ilmiye bütçesindeki hararetli tartışmaların tansiyonu, 1327-1911 yılı ilmiye bütçesinde daha da artar. Çok gariptir ki neredeyse bütün ilmiye-ulema kesimi makam-ı meşihatı-şeyhülislamlık kurumunu ekonomik yönden aşağı çekmeye çalışmaktadır. Mecliste 1327-1911 ilmiye bütçesi görüşmelerinde şeyhülislamlık makamına sürekli muhalefet eden ilmiye sınıfıdır. Meclis zabıtlarında, makamı- meşihatın tasarrufundaki kurumlarda çalışanların maaşlarını düşürme teklifleri ilmiye sınıfından gelirken, bu tekliflere gayrimüslimlerin dahi karşı çıktığı tartışmalar yaşanır. (M.M.Z.C. 78. Birleşim 30 Mart 1327-12 Nisan 1911 3. İçtima) Malatya mebusu Mehmed Tevfik Efendinin ettiği bir söz, Mustafa Sabri Efendinin yaklaşık bir yol önce yazmış olduğu makaleyi hatırlatır. Mehmet Tevfik Efendi tartışmalar esnasında, “Allah-u Teala Hazretleri, ilmi sarıklılardan aldı, feslilere verdi diye her yerde bunu bimahaba söylemeye mecburum” (aynı zabıt) der. İpek Mebusu Hafız İbrahim Bey de, ilmiye bütçesinde kısıtlamaya gidilmesini teklif edenlerdendir.

Meclisteki İlmiye bütçesi görüşmelerindeki tartışmalara hiç katılmayan Mustafa Sabri Efendi, yaşanan tartışmalardan rahatsızdır. Bu rahatsızlığını 16 Nisan 1911 tarihli Beyanül Hak’da “İlmiye Bütçesi Münasebetiyle” adlı makalesinde dile getirir. Mustafa Sabri Malatya mebusu Mehmed Tevfik Efendinin “Allah-u Teala Hazretleri, ilmi sarıklılardan aldı, feslilere verdi” sözünde çok rahatsız olmuştur. Makalesinin alt başlığına da bu sözü alır. Makalesinde hem öz eleştiri yapar hem de dönemin iktidarını kıyasıya eleştirir. Özellikle ilmiye sınıfından olup da ilmiye bütçesini ödeneğini düşürmeye çalışanlara sitem eder:

“Cenab-ı Hak ilmi sarıklardan aldı, feslilere verdi.

İlmiye bütçesinde meclis-i mebusanda garip bir durum var. Diğer bütçe müzakereleri esnasında söylenmeyen muhtelif sözler, bu bütçenin müzakeresinde söyleniyor. Çok vakit Müslüman mebuslardan bu bütçeyi baltalamak isteyenler bulunurken, gayrimüslim vatandaşların gayretiyle bu girişimler savılır. Hele İpek mebusu Hafız İbrahim Efendi, birçok bütçede yüksek harcamaya ses çıkarmamasına rağmen, ilmiye bütçesine gelince dayanamaz.” (Mustafa Sabri, İlmiye Bütçesi Münasebetiyle, Beyanül Hak sayı 106, sayfa 1958, tarih 16 Nisan 1911)

Mustafa Sabri Efendinin özellikle vurgulamak istediği ilmiye bütçesine karşı çıkanların ilmiye sınıfından olmalarıdır. Kendi bindiği dalı kesenlere hayıflanan Sabri Efendi, bu kişilerin ilmiye sınıfına karşı olumsuz yaklaşımına dayanamaz. Mustafa Sabri Efendi makalesinde bir de özeleştiri yapar:

“Hak Teala Hazretleri ilmi sarıklılardan almıştır, teslim edelim. Fakat feslilere vermemiştir.” (aynı makale)

Sabri Efendinin makalesi uzun bir makaledir ve dertlenmiş, derdini yana yakıla dökmektedir. Dönemin idaresinin ilmiye sınıfını ve medreseleri ihmalini kalemine konu edinmiştir. Feslilik ve sarıklılık tabirlerine de uzunca değinen Sabri Efendi, sarıklıların dünyevi bir menfaat gütmediklerini ama dünyevi menfaatin her zaman feslilerden tarafta olduğunu izaha gayret eder.

Ulema siyaset arasındaki en göze çarpan diğer bir çatışma da, İttihat Terakkinin İstanbul Şehri Emini olarak görev yapan Hüseyin Kazım Efendi’nin  (1870-1934) yetkisini kullanarak belediye meclisini fesih etmek istemesiyle yaşanır. İttihatçıların yakın adamı olan Hüseyin Kazım Efendi birçok görevlere getirilmiş bunlardan biri de İstanbul Belediye Başkanlığıdır. (Nureddin Albayrak, Hüseyin Kazım Efendi DİA, cilt 18, sayfa 554) Hüseyin Kazım Efendinin bu girişimi üzerine Ulema sınıfının bir kurumu olan Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye bir beyanname yayınlar. Beyanname Hüseyin Kazım Efendinin uygulamasına tepki olarak kaleme alınır ve işin yanlışlığına dikkat çekilir:

“Şehr-i emin tarafından belediye meclisini feshi hususunda ısrar edildiği görülmektedir. Meşrutiyet-i meşruanın gerçek savunucusu durumunda olan cemiyetimiz, hayat-ı meşveretin ve yasaların aleyhine olan bu sebepsiz feshe gidilmesini uygun görmemektedir. “Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye” (Beyanname, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye, Beyanül Hak sayı 127, sayfa 2294, tarih 12 Eylül 1911)

Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye bu açıklamasıyla da kalmayarak, bir haftaki sonraki Beyanül Hak Gazetesinde bir beyanname daha kaleme alır, yayınlar. Burada da aynı ifadelere yakın düşüncelerini dile getirirken, bu beyanatında bir adım daha ileri giderek:

“Cemiyetimizin kanat-i vicdaniyesi, efkar-ı adile-i ammeye de muvafık ve meclis-i vükelanın içtihadına da mutabık düşmesi ve şehr-i eminin mecbur istifa olması, cemiyetimizin taktir ve kanaatinin isabaetine bir delil-i kat-i teşkil ediyor.”  (Beyan-ı Hal, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye, Beyanül Hak sayı 128, sayfa 2310, tarih 19 Eylül 1911) derler.

Ulemanın bu beyanatını siyasete müdahale olarak gören İttihatçı taife, ulema ile siyasetin arasına girmek ve iktidara gelirken kullandığı ulema kısmından kurtulmak ister. İttihat Terakki Cemiyeti Ekim 1911 başında genel kongresini yapar ve kongre sonucunu bir raporla kamuoyuna duyurur. İttihat Terakki’nin bu kongre raporunu “Ahâlî-i Osminiyye’ye Hitâben İttihâd ve Terakki Kongresi’nin Beyannamesidir, (İttihâd ve Terakkī Cem’iyeti)” başlığında Sıratı Müstakim 162, 163, 164, 165, 166. sayılarında beş bölüm halinde yayınlar. Kongre Beyannamesi uzunca izahatlar içermekte ve siyasi, askeri, toplumsal alanda genel durum hakkında bilgi vermektedir. Konu ile alakalı olarak dikkat çeken bölüm 2 Kasım 1911 tarihli 165. sayısında yer almaktadır. Beyannamenin bu bölümünde Ulema kısmının kurumu olan Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin siyasete ilişkin yayınladığı beyannamesi eleştirilir ve ulema sınıfının siyasete müdahil oluşunun yanlış olduğuna işaret edilir.

“Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin geçtiğimiz günlerde bir beyannamesi yayınlandı ki, devlet siyasetine alenen müdahaleyi içermektedir. Ulema-ı kiram vicdanların birer terbiye edicisi olmak itibarıyla ümmetin manevi hakimleri olduklarından, fırkalara arası ihtilafların, seçim mücadelelerinin üstünde kalmaları, peygamber varisi olma sıfatını, siyasi mücadelelerin sonucu olan birçok olumsuzluktan uzak tutmaları kendileri için dini bir vecibedir. Bundan başka ulema sınıfı genel olarak devlet hazinesinden maaşlı birer memur olduklarından dolayı, Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete karışmaları doğru olmaz. Nihayet ulemanın Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete müdahalede bulunması, Otuzbir Mart emsali hadiselerde olduğu gibi, Vatanın zararına yol açacak sonuçların ortaya çıkması gözden uzak tutulamaz.” (Sıratı Müstakim sayı 165, sayfa 134, tarih 2 Kasım 1911)

İttihatçılar Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye mensubu ulemanın siyasi beyannamelerde bulunmasını, mebuslar ve ayan dışında kimsenin siyaset işine karışmamasını istemektedir. Ulemanın beyannamesinden rahatsız olmuşlardır. Dikkat çekici diğer bir husus, İttihaçı taife ulemayı Elmalılı Hamdi Efendi’nin şeyhülislamı bir devlet memuru olarak görmesi gibi değerlendirmektedir.  “Bundan başka ulema sınıfı genel olarak devlet hazinesinden maaşlı birer memur olduklarından dolayı, Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete karışmaları doğru olmaz.” Elmalılı Hamdi Efendinin açtığı kapıdan İttihatçılarda girmiştir. Ulema maaşlı birer devlet memurudur, dolayısıyla siyasete müdahil olamaz.

İşin rengi ortaya çıkmıştır. Artık ulema sınıfı siyasetle iştigal etmemeli, siyasete müdahil olmamalıdır. Zira en baştan onlar devlet hazinesinden maaşlı birer memurdur. Mustafa Sabri Efendi İttihatçıların bu beyanına karşı sert eleştiriler getirir. O’na göre, ulema “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” yapmakla vazifelidir. İttihatçıların raporuna karşı Beyanül Hak’ın 17 Ekim 1911 tarihli 131. sayısında, kurum olarak Cemiyet-i İlmiye, şahıs olarak da Mustafa Sabri Efendi sert açıklamalarda bulunur. Cemiyet-i İlmiye “Cevap Sevap” adlı bir beyanat yayınlar, Mustafa Sabri Efendi de “İttihat ve Terakki Kongresinde Karait Olunan Raporun Bir Noktası” adlı bir makale kaleme alır ve düşüncelerini ifade eder.

“Cemiyet-i İlmiye kısa beyanatında, “Desatiri aliye ve ahlak-i fezail-i İslamiyenin muhafazasını ve meşrutiyet-i meşrua ile milletin saadetini yegâne maksat ve vazife ittihaz eden cemiyetimizin bazı davranışları ittihat ve Terakkinin kongre raporunda eleştirildiği, teessüfle görüldü. Bu babda cemiyetimiz serdedeceği söyleyeceklerini şimdilik sarf-ı nazar ile diyor ki: İttihat ve Terakki Cemiyeti, bulunduğu mevkii itibarıyla eleştiri makamında değil, milletin bugünkü haliyle ilgilenme makamındadır.”  (Cemiyet-i İlmiye İslamiye, Cevap Sevap,  Beyanül Hak sayı 131, sayfa 2358, tarih 17 Ekim 1911)

Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin bu beyanatını dönemin İslami gazetelerinden biri olan Ceride-i Sufiye de neşreder. (Ceride-i Sufiye de 23 Ekim 1911 tarihli 1. Cilt 6-4. Sayısı sayfa 4) Mustafa Sabri Efendi de Özellikle kendilerine yönelik siyasetten uzak durmalarının gerektiği telkinin yapıldığı paragrafı ele alır ve bunun kabul edilemeyeceğini söyler.

“Ulemanın siyasete iştirak edip edemeyeceğinden başlayalım: Eğer ulemanın siyasete iştirakine mani olunacak olursa, bizzat onların işi olan iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek görevi ortadan kalkar ki, ulema bu hakkın kendilerinden alınmasını katiyen kabul edemez. Onun içindir ki ulema din-i siyaset ile meşgul olacaktır. İki kısmı bulunan siyasetin, adil siyaset tarafında bulunması ulemanın en önemli vazifesidir. (Mustafa Sabri, İttihat ve Terakki Kongresinde Karait Olunan Raporun Bir Noktası, Beyanül Hak sayı 131, sayfa 2359, tarih 17 Ekim 1911)

Mustafa Sabri Efendinin bu çıkışı dönem itibarıyla kayda değer bir çıkış olsa da, ulemanın ittihatçıların iktidara gelirken ki zamanında aktif desteğinin yerini pasif muhalefete bıraktığını göstermesi açısından da kayda değerdir. Zira artık askeri ve siyasi güç, kendilerini siyasetten men etmek isteyenlerin elindedir. Siyasi ve askeri gücü elinde bulunduranlar, ulema kesiminin nerede durması ve siyasete karışacaksa nasıl karışacağına dair de karar verenlerdir. Sabri Efendi İttihatçı taifenin gizli niyetini anlamıştır:

“Burada bir tenakuz daha vardır ki, oda Cemiyet-i İlmiyenin vaktiyle İttihat Terakki Cemiyeti ile birlikteyken siyasete iştiraki hak kabul edilmiş iken, kendilerinden ayrıldıktan sonra bu hak tanınmak istenmiyor. Ve hala İttihat Terakkinin Şehzade Başı kulübünde siyaset ile iştigal eden bir ilmiye heyete bulunmaktadır. Bütün bu suretle mesele, ‘Ey ulema, siz bizimle olmak şartıyla her hakkınız mevcuttur, bizden ayrılırsanız hiçbir hakkınız yoktur’ şeklini almaktadır. Velhasıl Cemiyet-i İlimyenin siyasetle iştigal hakkını inkâr etmek, bizim için kabul edilebilir değildir. Ulema siyaset ile tabi olarak iştigal eder ve edecektir. Yalnız mesele takip edilen siyasetin iyi yahut fena olmasıyla ilgilidir.” (aynı makale)

Mustafa Sabri Efendi önemli bir hususa işaret etmektedir: Ya bizden taraf olacaksınız, ya da bertaraf olacaksınız. Bu kural o dönemde öyle olduğu gibi, bu dönemde de böyledir, hep böyle olmaya devam edecektir. Bugünde siyasi, askeri, ekonomik gücü elinde bulunduranlar, kendileri gibi konuşmayanları hizaya getirmek için akıl almaz yolları takip etmekten geri durmamaktadır. Sabri Efendinin makalesi epey uzuncadır ve biz meramımızı anlatmak hususunda bu kadarını kâfi görüyoruz.

Mesele anlaşılmış, ulemanın siyasetten muhalif olmayacağı iktidar tarafından ifade edilmiştir. İttihatçılar ulema sınıfını siyasetin dışına iterken, gariptir ki, İttihatçıların bu raporunu olduğu gibi neşreden Sıratı Müstakimde bu rapora karşı herhangi bir tepki gösterilmemiştir. Sıratı Müstakim tepki göstermemesinin ve tavrının ne yönde olduğunun izlerine daha ilk sayılarında rastlamak mümkündür. Musa Kazım ve Eşref Edip, İttihat ve Terakki kulübünde gece dersleri verirken konuya hararetle yaklaşmakta ve iktidara muhalefetin herkesin işi olmadığını savunmaktadır:

“Sonra ihtiyacımız olan gücün-kuvvetin ortaya çıkmasını için gerekli olacak sebeplerden biri de, herkesin kendi görevini bilip işini yapmasıdır. Eğer böyle olmazsa ihtiyacımız olan gücü-kuvveti elde edemeyiz. Üzülerek belirtmeliyim ki, bizde bu hakikat gereğince ilgi görmemiştir. Bizim halkımız ne gibi görevlerinin, işlerinin olduğunu bilmezler. Bütün işler birbirine karışmıştır. Hâlbuki medeni milletlerde böyle bir şey yoktur. Herkes kendi işini bilir. Başka işe karışmaz, kulak vermez. Zaten öyle olmak lazımdır.

 Şimdi bizim halka bakınız göreceksiniz ki, kahvelere oturmuşlar, kendiişlerinin dışında çene çalarlar. Bakıyorsunuz hamal oturmuş, yanındaki hamalla siyasetten bahseder. Hamalın işi hamallık iken vekillerin, hükümetin işlerini eleştirirler.

 Sonra ilim öğrenmesi gereken öğrenciler bir yere toplanmış, aynısını yapıyor hükümeti eleştiriyor. Oysaki vazifeleri bu değildir. Öğrencilerin vazifeleri derslerini öğrenmek ve okumaktır. Oysa öğrenciler nerede toplanırsa toplansın daima ilmi araştırmalarda bulunmalı, karşılıklı fikir alış verişi yapmalıdır. Çünkü vazifeleri budur. Fakat ne yazık ki böyle olmuyor. Gerek hocalar gerek öğrenciler hepsi siyasetçi kesilir. Her yerde, kahvede medresede sürekli siyasetten bahsederler.

 Şurası bir gerçek ki, siyaset en çok merak edilenlerdendir. Fakat büsbütün bu konuyu kendimize iş-güç edinirsek, bütün vaktimizi buna ayırırsak, yapmamız gerekenleri yapamayız. Yalnız medreselerdeki öğrenciler böyle değil, okullardaki öğrencilerde böyle. Hatta okulun içinde bile siyasi tartışmalar yapılıyor. Başka dertleri yok. Yok o kötü, yok bu kötü.

Sonra imtihan zamanı geldiğinde hocalarını suçlarlar. –Aman hocam bana not ver. Böyle diyeceğine işinin idrakinde olup zamanında çalışsanya…a

 “Fakat ne çare ki bu durum genel bir hastalık olmuş. Hiç kimse yapması gereken işi bilmiyor. Alışmamış. Bu durum önceden beri böyle gelmiş, tarih bunu gösteriyor. Mesela öğrenci kalkmış haydi Şeyhülislama, haydi Bab-ı Aliye diyor. Tabi o zamanlar hükümet bunu hak ediyordu ve bu davranışa layıktı. Çünkü hükümet kötüydü. Fakat bugün buna gerek var mı? Hâlbuki şimdi de öyle, çok yazık.” .” (Sırat-i Müstakim sayı 59, sayfa 94-95, tarih 21 Ekim 1909)

Sırat-ı Müstakim den alıntı yaptığımız metindeki ifadeler ilginç ve bir o kadar da dikkat çekicidir.  Herkes kendi işini yapsın demekle, meşrutiyet idaresinde her şeyin kurumsallaşmasını savunurlarken, dinin bile kurumsal yapıda olması gerektiğini ve “din” konusunda bilgisi olanların da sadece “din” hususunda konuşmaları gerektiğini dile getirirler. Daha da garipsenecek diğer bir ifade, “milel-i mütemeddin”, “medeni milletler” dir. Bu ifade kendi dışındakine mükemmellik atfı yaparken, kendi toplumun bedevi olarak kabul etmektir.  “milel-i mütemeddin” şüphesiz ki Avrupa’dır, bedevi olan ise Osmanlı toplumu. Meşrutiyet düzeni de Avrupa’dan gelmiştir, meşruti idarenin meclisi de, hükümeti de “milel-i mütemeddin” den ithal edildiği için medenidir. Meclisi kimse eleştiremez, hele bir hamal (!) asla. Çünkü o hamal (sanki) başka bir iktidarın idaresi altında yaşamaktadır! Memlekette olup biten, yaşadığı yoksulluk, sıkıntılar, iç ve dış kargaşalar, toplumsal sefalet onu ilgilendirmez!

Sırat-ı Müstakim çevresine göre, hem de erken denilebilecek bir dönemde, İlim ehli siyasi konulara giremez, hükümeti eleştiremez, hükümetin icraatlarını tenkit edemez. Onların işi elini eteğini dünyadan çekerek soyut bir dini okuyup öğrenmek ve insanların kalbi ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamaktır. Kendileri hem ilim tahsil etmekte hem de siyasetten bahsetmektedir. Bu ise kabul edilebilir değildir. Hocaların ve talebelerin siyasetten bahsetmeye yetkileri de, salahiyetleri de yoktur. Kimse kendisini meclisin ve onun hükümetinin üstünde göremez.

Özellikle 21. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve tek tek fertlerin ilim ehlini bir kenara bırakması, geleneği, ilmi birikimi atlaması, derinliği olmayan sığ bilgiyle direk olarak kaynaklarla yüzleşmesi, akademik çevrelerce geleneğe sürekli saldırılarak, geleneksel ulemanın itibarsızlaştırılmasının geçmişe dayanan bir alt zemini vardır. Sırat-ı Müstakim çevresi de ittihatçı taifenin istediği gibi hareket etmekte farkında olmadan ya da olarak geldikleri geleneğin altını oymaktadır. İlim ehline saygının kalmamasındaki en önemli sebeplerden birisi, beslendiği yere yeterince muhalefet edememesidir. O dönemde buraya doğru gelen tarihsel süreç içerisinde ulema, bir muhalefet unsuru olarak etkinliğini yitirmiştir. Toplumu, dinin karşısında olan her şeye karşı kurup inşa edici konumundan uzaklaşmış, toplum ile iktidar arasında, toplum ile kaynaklar arasındaki varlığı akamete uğramıştır.

Dinin dışında yer alan her şeye karşı muhalefetin şer’i çizgide sağlanması görevi, kadim gelenekte ilim ehlinin inşa ve icra ettiği görevler arsında yer alırken, modern dönem yorumlarında bu kesimin tarafsızlığına sürekli vurgu yapılmaktadır. İktidar, gerektiğinde kendi karşısında yer alabilecek olan ulemaya, tarafsız olmasını nasihatlerken, bir bakıma meşruiyetinin de sorgulanmamasını sağlamaya çalışmaktadır. Meşrutiyetin ilanından sonraki gelişmelere bakıldığında, ulema kurucu ve inşa edici vasfından soyutlanarak, mevcuda tabi konuma geçecektir. Meseleye İttihatçıları ve Sıratı Müstakimin gözünden bakacak olursak, Abdülhamit baskıcılığından yakınırken, usulü fıkıh geleneğindeki muhalefetini bırakarak, modern bir muhalefet yapısı olan ittihat terakki içinde yer alacak, bunun sonucunda belirleyen değil, itaat eden konumuna yerleşecektir. İktidar bilgi üzerindeki hegemonyasını sağlarken, üretilen bilgi ideolojik inşa ile paralel, bilgiyi üreten kesimde iktidara tabi olacaktır.

Din, ulema, siyaset tartışmalarına Beyanül Hak’dan Ahmed Şirani de katılır. Şirani Beyanül Hak’ın 139. Sayısında “Bir Müdafaa” adlı makalesiyle mesele üzerine düşüncelerini açıklar. Ahmed Şirani siyasetin ulemadan ve dolayısıyla dinden soyutlanmasına karşıdır:

 “Bu defa çok tartışılan mühim bir mesele hakkında bahsetmek istiyorum. Herkesin malumudur ki, ulema sınıfı iki türlü eleştiriyle karşı karşıya bulunuyor.

Birincisi, bir taraf ulemanın mülk ve milletin selametine dair önemli olan siyasete karşı lakayt kalmamasını, ilgilenmesi gerektiğini savunuyor, ikincisi olan diğer tarafta ulemanın siyasetle uğraşmaması gerektiğini söylüyor. Ben hakkın birinci tarafta olduğuna tartışmadan uzak olarak kaniyim. Din-i İslam siyasi bir dindir. Çünkü Kur’an’ı Kerimdeki ayetler ve Nebi’den (as) nakledilen hadisler bütün diplomatların nasıl siyaset yapacaklarına karşı bütün yasaları belirlemiştir.” (Ahmed Şirani Bir Müdafaa, Beyanül Hak sayı 139, sayfa 2498, tarih 18 Aralık 1911)

Tartışılan mesele hakikaten mühim bir meseledir. İleri süreçte Avrupavari bir laikleşmenin ilk adımları atılmaktadır. Şeyhülislam şahsında ulema, ulema şahsında din siyasetten soyutlanmaktadır.

yakupdoger@tashih.com.tr

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir