Hasan el-Benna ve Seyyid Kutub’ta Siyasi İslam Düşüncesi – 2. Bölüm

Yazıyı Paylaş

2. Kısım
“Alıntıladığımız makale Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi 2018-2 Haziran Sayı 6 HASAN EL-BENNA VE SEYYİD KUTUP’TA SİYASİ İSLAM DÜŞÜNCESİ yayınlanan Zehra B. Güney’in bir akademik çalışmasıdır. Tashih Yayınları olarak benzer çabaları desteklemek ve akademik olmayan ortamlara da katkısını sağlamak amacıyla bu makaleyi Hüseyin Alan Bey’in kritiğiyle istifade ve değerlendirmelerinize sunmaktadır.”

Yazının birinci bölümünü okumak için tıklayın

DEMOKRASİ VE İSLAM HUKUK SİSTEMİ (EL-HUKMU LİLLAH)

Mısır’da herhangi bir İslami devrim ya da İslam hukukunun hayata geçirilmesiyle ilgili bir girişimin olup olmayacağı Benna’ya sorulduğunda, cevap olarak İslamiyet’in barış dini olduğunu, güç ve zor kullananların hiçbir neticeye ulaşamayacaklarına inandığını belirtmiştir. Cemaatinin her zaman iman gücünü kullanacağının altını çizen Benna, başka bir güce inanmadıklarını belirtmiştir (el-Vasîfî, 2010:28).

Aslında kimi yerde İslam ıslahatçılarının iktidarı ele geçirmek için tek yollarının ayağa kalkmak olduğunu savunurken, kimi yerde de Mısır’da bir devrim olacaksa bunun asla İhvan’ın çabasıyla olmayacağını savunmuştur. Bazen Mısır kanunlarının beşeri kanunlar olduğunu ve İlahi kanunlara ters düştüğü için asla kabul etmeyeceklerini savunurken, kimi yerde de Mısır anayasasının kaynağının İslami ilkelerden oluştuğunu ve onu kabul ettiklerini belirtmiştir (Bennâ, 2013:315-323, 371).

Benna kanunlarda yapılacak olan birkaç revizyon ile Mısır hükümetinin tam bir İslam devleti olacağı kanaatindedir. Hatıratında, krallığın yanısıra parlamenter sistemin de İslamiyet’in yönetim sistemiyle bağdaştığını belirtmiştir (Bennâ, 2013:205-207). Tarık el-Bişri, Benna’nın “İslam devleti istiyoruz” derken bunu nasıl yapacağını hiçbir zaman tam anlamıyla açıklamadığını ifade etmiştir (el-Bişrî, 2002:48). Cemal Abdunnasır’ın mahkemelerinde sorgulanan ve cemaatin ileri gelenlerinden olan Hindavi Duveyr’e İslam yönetim biçimi ve sistemi hakkında cemaatin görüşü sorulduğunda “cemaatin bu konuda açık bir düşüncesinin olmadığını çünkü İslam’ın kendisinin bu konuda açık bir çizgisinin olmadığını” savunmasının yanı sıra, Benna’nın kendilerine insan yetiştirdiğini belirttiğini ve bu hususta açık bir öğreti sunmadığını ifade etmiştir (Rıfat Said, 1977:88-89, 127-130).

Bazı revizyonlarla modern ulus devletlerin İslami bir meşruiyet kazanacakları fikri hem sığlığı –çünkü moderniteyi ve temel reflekslerini anlamamış görünüyor– hem de pratik edilebilirlikten uzak Müslümanlık enerjisini dönüştürücü özelliğini anlayınca. Bizim ülkemizde dini telakkinin ve “mücadele” denen şeyin köklerinin nereye dayandığını görmek bakımından iyi bir kıyas imkânı verir. Seyyid Kutub bu sentezci, uzlaşmacı karmaşasında net bir İslami duruşu temsil eder.

Her ne kadar Benna taraftarları onun oldukça sıkı bir İslam Devleti savunucusu olduğunu kendisinden sonra savunsa da (Hamdân, s. 75), Hasan el-Benna’nın kardeşi Cemal el-Benna, abisinin risalelerinin ve hutbelerinin hiç birinde demokrasiyi tekfir ettiğine ya da İlahi hükümlerin mutlak bir şekilde uygulanması gerektiğine işaret eden bir sözüne rastlanılmayacağını ifade ederek, aksine Benna’nın demokrasiyi savunduğunu ve İslamiyet’i Seyyid Kutup ve Mevdudi’den farklı yorumladığını belirtmiştir.   (Cemâl, 1994:112). Bu yüzdendir ki Benna demokratik haklarını kullanarak İslami hedeflerine ulaşmak istediğini 1942 ve 1944 seçimlerine katıldığı konuşmalarında defalarca altını çizmiştir (Sîsî, 1999, s. 37, 86).

Açıkçası bu hususun nasıl uygulanacağı ve sistemleştirileceği günümüze kadar müphemliğini koruyan bir problemdir. Batı’da olduğu gibi din ve devletin İslam’da birbirinden ayrı tutulmadığını ve bu ikili arasında bir çatışma ve problem olmadığını savunan Benna, aslında gerçek problemi görmezden gelmekten başka bir şey yapmamıştır. (Michell, 1993: 243-245)

Bu yargı cümlesi Müslüman zihnine, İslam düşüncesine ve tarihine bigâne oluşun yanı sıra modern dönemin siyasal sistematiklerini içselleştirmişliğin de ifadesi görülebilir. Ya da Batı zihni ve düşüncesini veri sayıp, batı tarihsel sürecine dayanarak ve buradan hareketle yapılan bir değerlendirmedir. Bu açıdan bakarak Benna’nın nasıl göründüğünü resmetmek Müslümanlık namına gerçeği göstermez.

Aynı zamanda halkın memnuniyeti (buna Hıristiyan ve ateist halk da dâhil olmak üzere) ile İlah’ın emirleri olan haram ve helalleri arasındaki dengeyi kanunlar üzerinden nasıl pratiğe dökeceğini de netleştirememiştir. İnsanların Allah’ın kanunlarını uygulamaları gerektiğini savunarak bunun parlamenter sistemle gelebileceğini savunmuş ve parlamentoya seçilen milletvekillerin ya da seçmenlerin Ehl-i’l Hall ve’l Akd adı verilen (Özcan, 2002, s. 61) kanun yapmaya ehil kişiler olması gerektiğini ifade etmiştir.  

Ancak Ehl-i’l Hall ve’l Akd olacak kişilerin kim olduğu ve hangi kriterlere göre seçileceği hususu muğlak kalmıştır [1]. Hatta daha da öteye giderek, bu kişilerin bir yandan İslami meselelerde uzman kişiler olan müçtehitler olmaları gerektiğini ifade ederken, diğer yandan bu kişilerin kabile ve aşiret liderlerinden bile seçilebileceğini[2] hatta halkı ilgilendiren hususlarda tecrübe sahibi olan kişilerin dahi parlamento üyesi olabileceklerini savunmuştur (Bennâ, 2013:399; Michell, 1993:248).

Ayrıca her bir partinin farklı ideolojilere hizmet etmesini doğru bulmadığını belirterek bütün partilerin tek bir çatı altında ve tek bir söylem altında birleşmesi gerektiğine inanarak krala partileri kapatması için çağrıda bulunmuştur (Cumʻa, 2005: 27; Beyyûmî, 1979:220). Lakin farklı farklı düşünceleri savunmanın İslamiyet’te olmadığını savunan Benna (Bennâ, 2013:98, 139,208, 209). Hıristiyanlarla, liberallerle ya da laiklerle birleşmenin ve tek bir çatı altında toplanmanın pratikte nasıl olacağına dair bir açıklık getirmemiştir (Rıfat Said, 1977:127).

Diğer yandan, demokrasinin insanlara sınırsız özgürlük vermesini ve aklın ön plana çıkarılmasını eleştiren Benna, bu özgürlüklerin zamanla kaos yaratacağını ve seçim özgürlüğü verilen avam insanların zalim diktatörleri seçtiğini savunarak demokrasiyi reddetmiştir (Benna, er-Resâil). Ancak seçimlere katılarak da bu avam halk tarafından seçilmeyi kabul etmiş, reddettiği sistemin içine girmekte bir beis görmemiştir. Bunu yaparken de şu soruları cevapsız bırakmıştır: Belirli bir zümrenin oylarıyla seçilen lider nasıl olacaktır da o zümrenin memnuniyeti ile İlah’ın memnuniyeti çatıştığında bu zümrenin memnuniyetini göz ardı edecektir? Bu işin matematiği neye göre sağlanacaktır? Seçilen vekiller müvekkillerinin sözcüsüyken, nasıl olacaktır da o müvekkillerin rızasını gözetmeyerek Hakk’ın rızasını gözetecektir? Allah’ın indirdiği keskin ve tartışma götürmez emir ve kanunları ile halkın istek ve arzusu arasında gerçekleştirilmesi istenilen “koalisyon” pratikte nasıl hayat bulacaktır? Çoğunluk üzerine kurulu demokrasi sistemi ile çoğunluğun görüşüne uyduğu takdirde Peygamberin dalalete düşeceği ve çoğunluğun hep dalalette olduğunu ifade eden ayetler arasında nasıl bir denge sağlanacaktır?[3].

Seyyid Kutup, bütün bu sentezleme çabalarına bir cevap vermesinin yanı sıra, Benna döneminde yapılan ölümcül hataların çıkış noktasını da teşhis ederek bu hatanın İslam hareket metodunda odaklandığını savunmuştur.

Ona göre, İslam hareket metodunun oluşum dönemi hep yanlış noktadan başladığı için hiçbir zaman kemale erişemeden ya tükenmiş ya da Batı kültüründe eriyerek onun devamlılığı için canlı bir hücre haline dönüşmüştür. Çünkü Peygamber hiçbir zaman sistemin içine girerek sistemle mücadele yolunu seçmemiştir. Ona göre, eğer her şeyden önce ilk başta Allah’a koşulsuz bir teslimiyet olursa daha sonrasında O’nun hukuk prensiplerine de teslimiyet zorlanmadan ve kendiliğinden hâsıl olmuş olacaktır. Günümüzde bunun tam tersten işleme konulduğunu savunan Kutup, hükümetlerin halk ile sürekli bir çatışma halinde olduğunu ve hükümetler bir kanunu çıkarırken bunu önce halka inandırmak için çaba gösterip çoğu zaman güvenlik güçleri ve medya ordusu aracılığıyla zor kullanarak bunu başarmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Hâlbuki Allah Mekke döneminde inananlara hemen kanunlarını dikte etmemiş, önce inanç ilkelerini ve bağımlılıklarını kökleştirmeye çalışmıştır.

Bu iman kökleştikten sonra ancak Medine döneminde bu imanın gerekliliği olan İslam’ın pratik yönünü ve hukuk ilkelerini indirerek sosyal düzenin prensiplerini indirmiştir. Böylelikle, bu İlahi kanunlara halk tarafından bir başkaldırı ve sorgulama olmadığı gibi, bundan sonra inen diğer kanunlara da sorunsuz bir şekilde tam bir teslimiyet ve inançla yaklaşmışlardır (Kutup, 1977:29, 35-60).

Kutub’un bu hususta detaylara kafa yoracak fırsat bulamadığı, onun yerine güvendiklerinden aktardıklarıyla yetindiği söylenebilir.. Gücün unsurlarının tekemmül etmesi ve siyasi bağımsızlık ilanı için Medine son aşamadır ama daha Mekke’de İslam’ın hukuk ilkeleri ve sosyal düzen prensiplerinden pek çok pratik hem indirilmiş hem de uygulanmıştır. Misalen, toplu namaz kılma, örgütlenme, siyasi kopuş, iktisadi bağımsızlık, diğerleriyle kurulacak münasebetlerde uyulacak hususlar, iman kardeşliği temelinde cemaat olma, haksızlığa uğrayanların hakkını alma, akabe anlaşmaları gibi farzları yanında, yalandan, iftiradan, zinadan, putperestlikten, kavmi bağlardan, kafire itaatten uzaklaşma gibi İslami haramlar uygulanmıştır.

Benna, her ne kadar demokrasiyi kusurlu ya da eksik bulsa da, hiçbir zaman silahlı bir İslami bir devrimin demokrasi sisteminin başarısını elde edemeyeceğini düşünmüştür. Ancak, birçok söyleminde işgal altındaki Mısır topraklarında kıyamı ve cihadı öngörürken, bunu eyleme dönüştürmek isteyen hiçbir gurubu desteklemeyeceklerini ifade ederek demokratik yollarla İslami kanunların yaşatılacağı bir düzene geçebilme hayali kurmuştur. Her ne kadar oryantalistler bu sentez çabasını daha geç dönemde ortaya koymaya çalışsa da, ilk defa Benna ile Dini Demokrasi’nin mümkünlüğü düşünülerek pratiğe dökülmeye çalışılmıştır. Ancak söylemlerinde oldukça devrimci ve sistemi reddedici bir çizgide olan Benna’nın eylemindeki bu uzlaşmacı ve sisteme yakın olan tutumu cemaat içi kafa karışıklığına neden olarak hoşnutsuz kesimi radikalleşmeye doğru itmiştir. Zamanla cemaat içinde paralel bir güç olarak ortaya çıkan bu kesimin silahlı eylemlere dönüşen hoşnutsuzluğu, günümüzdeki tekfirci gurupların ilk nüvesinin oluştuğu dönemi bize haber vermektedir.

Benna’nın “sisteme yakın duruşu” ifadesini hatalı anlamalara sevk edecek şekilde bir tanımlama olmuştur. 

Benna 1930’ların sonlarına doğru bütün enerjisini siyasete girmek ve sistemin içinde yer almak için harcarken, Kutup hükümetin İslami olmadığını savunduğu için bu enerjisini sistemi eleştirmeye ve bu sistemin nasıl bir İslami sisteme dönüşmesi gerektiğine harcamış, işgalcilerin eğitimdeki güçlü etkilerini ortadan kaldırmak için bakanlığa birçok rapor sunmasına rağmen dikkate alınmadığı için istifa etmiştir (Salâh, 2016:140-144).

Benna sistemden memnunken, krala biatlıyken ve sisteme seçimlere girerek dâhil olmaya çalışırken, Kutup kaleme aldığı makalelerinde adeta sisteme karşı öfke patlaması yaşamıştır. Krallığa, kapitalizme ve topyekûn bütün sisteme öfke duyan Kutup’un şu sözleri Benna’nın barışçıl ve uzlaşmacı sözlerinin tam karşısında yer almaktadır aslında:

Benna’nın sistemden memnun olduğu iddiası somut delillere dayanmamaktadır. Benna’nın iddia edilen siyasete giriş meselesiyle, Kutub’un sistem eleştirisi arasında en az onbeş yıl vardır. 

“Bana sakin ol, insanları Allah’a havale et, faydası yok uğraşmanın diyenlere cevabım şudur: Ben hayatta kaldığım sürece bu sistemi öfkeyle kınayacağım. Benim elimde olsa bütün okulları sadece hükümeti, düzeni ve sistemi sadece öfkeyle kınamak için kurardım”.

Kutub’un bu ifadeleri 1950’li yılından sonrasına denk gelir. Bu tarihten sonra Kutub’ta aktif muhalefet başlar. Mevdudi ve Nedvi’nin eserleriyle tanışır. Benna’nın siyasi girişimlerine muhalif olduğu iddia edilirken, hayatında sisteme karşı en sert dönemine girdiğinde Mevdudi için aynı tavrı almaması ayrıca izah edilmesi gereken durumdur.

Kutup aykırıdır, uyumsuzdur, suskun veya susmaya mahkûm edilmiş toplumun haykıran dilidir birçok makalesinde ve yazısında bu korkusuzluğunu ifade ederken, kalkıştığı bu eylemde ne kadar da yalnız ve tek başına kalarak toplumun alışagelmiş sessiz haline ne kadar da uyumsuz ve aykırı olduğunu ifade etmiştir (Salâh, 2016:276-280).

Öfke patlaması doğru tabir değildir, yukarda bahsettiğimiz duygusal tepki verme kabulünün bir yansımasıdır. Yoksa sosyolojik değerlendirmeyle öfke, alt sınıfların üsttekilerde olanı kıskanıp öfkelenmesine ve bu sebebe dayalı çatışmasına hamledilir ki İslam’ın kapitalizme karşı sosyalist olduğu yorumu haklılık kazanır. İslam’ın hedefi, talancı kapitalizm veya paylaşımda eşitlikçi sosyalizm türü bir toplum, bunlar arasındaki siyasi, bunların kendi modellerindeki toplumsal sınıfları arasındaki ekonomik temelli çatışma olmayıp kendi toplumsal yapısını ve siyasi organizasyonunu gerçekleştirmektir. Bu, antici bir toplum inşası değildir. Her durumda Kutub’un böylesi bir mücadeleden bahsetmediği bilinir ve bellidir. Buradaki öfkeyi küfre karşı duyulan hasımlığa bağlamak, kâfirle dost olmanın haramlığına işaret etmek olarak görmek gerek. Kutub’un kurucu ilkesi La deyince inkâr edilenden dostça bahsetmeyeceğini, İllallah deyince onlarla denge aramasına gitmeyeceğini görmek gerek. Allah’ın dininin çağdaş düşmanları Kutub’un dostça hitap edeceği odaklar olmayacaktır.

Hapiste kaleme aldığı Yoldaki İşaretler kitabıyla Seyyid Kutup “Cahiliyyet, Hakimiyyet ve Daru’l-harb” hususlarını ilk defa ortaya atmış ve bu hususlarla Benna’nın fikirlerinden ayrışmıştır (Hişâm, 1995:88-90, 105).

Kutub Yoldaki İşaretleri 1964 yılında kaleme almıştır, Benna vefat edeli onbeş yıl olmuştur. Kutub’un bu fikirlere sahip olmasında Mevdudi etkili olmuş, Benna’nın şehid edildiği tarihlerde Kutub’ta böyle düşünceler  henüz bu netliğe sahip değildir. ABD’nin Benna’nın ölümüne sevinmesi vs. bu olaylar Kutub’u İhvan’a yakınlaştırır ve devletteki görevinden istifa ederek 1952 yılında İhvan’a katılır.

Bu kitabın ardından İhvan safları ikiye bölünmüştür: Benna ve Hudeybi çizgisinde olan ılımlı İhvan ve tekfirci olan Kutupçu cihatçılar. Aslında kökü Hasan el-Benna dönemine dayanan İhvan içi bu kriz, Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler adlı eseriyle zirve yapmıştır. Kutup, her ne kadar Benna’nın adını kitabında dile getirmese de Benna gibi Müslüman liderleri riyakâr bularak İslam’ı uzlaşmacı tutumlarıyla baltaladıklarını savunmuştur. Hasan el-Hudeybi ve Yusuf el-Azm gibi İhvan liderleri onun bu kitabına reddiye kitaplar yazsalar da, Kutup hareketi o tarihten sonra statükocu ve uzlaşmacı çizgiden sıkılmış olan bütün Selefi hareketlerin fikir babası ve ortak paydası olmuştur (Enver, 2000:28; Güney, 2017:301)[4]

Makale kendi içinde okuyucuyu çelişkiye sürüklüyor. Kutub’a bakarak Benna ne kötüymüş, Kutub daha iyiymiş derken, birden Kutub tekfirci, cihatçı selefi akımın fikir babası yapılıyor.  Hasan El Benna krala biat edip sistemle arasını düzeltmeye çalışmakla, Kutub ise sadece sistem eleştirisiyle markalanmakta, dikkatsiz okumada okuyucuyu hatalı kabullere yöneltebilecek bir kompozisyon var.

“Kutup aykırıdır, uyumsuzdur” çünkü ona göre paradigma dışına çıkıldığında radikal kopuş doğal olarak gerçekleşir. Bu aşamayı önemseyen Kutub’tan uyumlu olması beklenebilir miydi? Olabilseydi zaten Benna benzeri olurdu. “suskun veya susmaya mahkûm edilmiş toplumun haykıran dilidir” derken Kutub’un popülist olmadığını unutmamak gerekir. Toplumcu da değildi. Halk denilenin derdi neydi ki onlara tercüman olsundu. Diyelim halkın derdi yoksulluk, aşağılanma, baskı görme olsun, genelde böyledir ya, dile getiremese de isyanı hep iktisadi, siyasi ve sosyal paylaşım temellidir ya, Kutub’un derdi bunlar hiç olmadı. O, tüm bunların sonuç olduğunu biliyor, sonuçların sebebine dikkat çekiyordu. Onun haykırışı, batılın hakkı örtmesineydi. Halkın da buna ilgisiz kalmasınaydı. Bu manada organik olarak çağdaş selefi hareketlerle ilgisi yoktur. Fikri olarak bu hareketler Kutub’u destek olarak kullanma amacında görülmelidirler.

Yoldaki İşaretler kitabında İslami uyanış eyleminin izleyeceği işaretleri sunmaya çalışan Kutup, bu işaretlerin Kuran’dan alınması gerektiğini vurgulamıştır. “Bu kitabı gelmesi umutla beklenen öncü cemaat için yazdım” diyen Kutup’un bundan Müslüman Kardeşler cemaatini kastetmediği kesindir.

Zaten eğer o cemaat Müslüman Kardeşler olsaydı Kutup’u bunu söylemesi için engelleyen hiçbir durum yoktur. Zira onlarla aynı zindanları ve hapsi yıllarca paylaşan Kutup’un yaklaşık 40 yıl önce kurulmuş olan Müslüman Kardeşler cemaatinin gelişini beklemediği kesindir.

Kutup’a göre içinde bulunulan sistem İslami değildir. Bu sistemin adı cahiliye sistemidir. Allah’ın ulûhiyetine düşmanlık üzerine kuruludur. Zira bu sistem egemenliği Allah’tan alıp insana vermektedir ve bu sistemde kimileri kimilerinin Rabb’idir (Kutup, 1977:13,15).

Aslında Kutup’un Benna hayatta iken onunla tanışmamasının yanı sıra, cemaatini de kendi fikirlerine uygun görmediğine en büyük delil olarak Kutup’un 1940’lı yılların başında tebliğ amaçlı bir cemaat kurma girişiminin (Salâh , 1994:315) olmasıdır. Etrafına hatırı sayılır miktarda genç toplamış ancak cemaatini kurma aşamasındayken Amerika’ya gönderilmiştir. Belki de Amerika’ya gönderilmesinin de arkasında yatan en önemli neden onun güçlü bir cemaat kurarak hükümetin başına büyük bir problem olmasından korkulmasıdır. Kutup Mısır’a döndüğü zaman Benna zaten ölmüştür. Cemaate girişinin onun ölümünden sonra olması bize göre Kutup’un bu cemaati kendi düşünce ve fikirlerini yaymak için elverişli görmesi olmuştur. Zira o dönemin en güçlü en bilinçli İslami cemaati şüphesiz Müslüman Kardeşler Cemaati’dir. Bu fırsatı değerlendirmek onun stratejisi açısından doğru bir karar olmuştur.

Kutup, Yoldaki İşaretler kitabında İslam daveti için bir cemaatin olması gerektiğini savunmuş, bu davetin ne teorik, ne teolojik ne de kelamı tartışma yöntemiyle gerçekleşeceğini, bunun ancak canlı, hareketli, hayata dönük örgütlenmiş Müslüman cemaatte vücut kazanacağını dile getirmiştir (Salâh, 1994:46).

“Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar. Bir haksızlığa uğradıkları zaman, yardımlaşırlar. Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şey yoktur. Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır”. Şura suresi 38-42. Ayetlerin çağdaş uygulaması budur. Mevcuttan kopmuş başka bir toplum/cemaat/millet modeli var, o modelin kendine has hukuku, iktisadı ve siyaseti de mevcut. Bu, teorik teolojik metafizik bir tez değil bizatihi hayattır. Zamanın ve mekânın vahiy rehberliğinde yeniden örgütlenmesidir.

Ancak Benna’nın cemaati 1928 yılından itibaren Mısır’ın en hatırı sayılır ve en ünlü İslami cemaat olmasına rağmen o cemaate girişini idamına götürecek olan tutuklamadan bir yıl önce yapmıştır. Bu zamanlama tesadüf değildir elbet. Çünkü Kutup artık hapsin ve idamın kendisini beklediğini biliyordur. Kaybedeceği hiçbir şeyi yoktur. İslami şuuru yaymak için kullanacağı başka hiçbir metot da kalmamıştır.

“Kutub geleceği biliyordu, idam edileceği kendisine bildirilmişti, bu yüzden pragmatist, faydacı ve çıkarcı davrandı.” İfadeleri sıkıntılıdır; Kutub’un İhvan mensubu olduğu tarih 1952’dir, 1954-1964 arası cezaevindedir. 1964 yılında tahliye edilmişti ve 1965 yılında tekrar tutuklanarak cezaevine girmiş sonrada 1966 yılında idam edilmiştir.   “kaybedecek hiçbir şeyi yoktur, bu yüzden cemaate girdi” diye muğlak ve itham edici ifadeler, cemaate girişinin tesadüfi olmadığını izah edemez. Kutub Amerika’da iken Benna’ın şehid edilmesine karşın ABD nin sevincini  görmüş İhvan’a ilgi duyarak kendi iradesiyle katılmıştır. Kutub için ileriye dönük faydacı hesaplar yaptığını söylemek hatadır.

Nasır ile büyük çatışma ve ayrılık yaşayan cemaate katılmasının kendisini hapse bir adım daha yaklaştıracağını bilmesine rağmen yine de cemaate girmiştir. Çünkü artık biliyordur ki, Nasır hükümeti İslam düşmanıdır ve kendisini devrimleri için kullanmıştır. Er ya da geç hapse de atılacağını zaten kendisi ifade etmiştir. Dolayısıyla cemaate girmesi ve onun en geniş ve güçlü ağı olan İrşad Ofisi’nin başkanı olması düşüncesini son bir kez hapse girmeden önce Mısır halkına duyuracağı tebliği için en etkin araç olarak görmektedir.

Nasır Kutub’u nasıl kullanmıştır? Kutub cemaate girmeden önce zaten devlette memurdur, devlet tarafından ABD ye gönderilmiştir. Bu dönem Kutub’un İslami bilinçlenme dönemine adımlarını attığı dönemdir. Cahiliye, hakimiyet, cahili düzen, İslami bakış açısıyla net olarak sistem eleştirisi sonraki yıllardır. Er ya da geç hapse atılacağını bir müneccim gibi değil, İslam davasını savunan her Müslümanın başına gelebilecek doğal bir hadise olarak görmüştür. Kutub Cemaatin irşad ofisini faydacı mantıkla bir araç olarak görmesi yorumu zorlamadır.

Kutup’un cemaate Benna hayattayken dâhil olmamıştır sorusuna Halidi “Benna’nın gücünü ve bilgisini göremeyerek hata yapmıştır” diyerek (Salâh, 1994:315) kendi kitabında Kutup’a dair sunduğu bulgularla çelişkiye düşmüştür.

Zira Halidi’nin kendi kitaplarında Kutup’un ferasetinden, doğuşundan itibaren hep sorgulayıcı ve araştırıcı yapısından, sistemi reddetmedeki kararlılık ve korkusuzluğundan yüzlerce sayfa dolu övgülerle bahsederken Kutup’un Benna’nın bilgisini göremediğini savunması birbiriyle çelişen ifadelerdir. Bize göre, Benna’yı tanımanın ve onun cemaatine katılmanın farz olarak görülmesi devam ettiği sürece ve Kutup’un Benna’nın düşünce ve fikri yapısından ayrıştırılarak daha farklı bir yere oturtulmadığı sürece bu soruya verilen yanıtlar çelişkili kalacağı gibi bunu savunanların da taraflı düşündüklerini ortaya koymaktan başka bir sonuca ulaştırmayacaktır.

Makaleye göre zaman, mekan ve fikri bakımdan birbirinden farklı iki Müslümanı, aynı zaman ve mekanda yaşamış kabul ederek ayrıştırmaya çalışmak yanlış olmayabilir. Ama ne zaman olarak, ne mekan olarak ne de fikri olarak bir arada bulunmamış iki Müslümanı, sanki aynı zamanda, aynı mekandaymış gibi değerlendirdiği gözden kaçırılmamalıdır.

Diğer yandan Halidi’nin kitabında delil olarak kullandığı Seyyid Kutup’un yazdığı iddia edilen “Neden İdam Edildim” kitabının Seyyid Kutup öldükten sonra onun çizgisini yumuşatmaya yönelik ve Benna çizgisine çekilmeye yönelik bir operasyon ürünü olduğu ortadadır. Diğer yandan Halidi Kutup’un İhvan’a katılmasının neden Amerika dönüşü olduğunu; Benna’nın öldürülmesine Batı’nın sevinç duyduğu için ve Amerika’dayken Kutup’un İngiliz bir müsteşrikin İhvan hareketinin tehlikelerinden bahseden kitabını okuyup kendisiyle bu hususta görüştüğü için öfke duyarak Mısır’a döndüğünde İhvan’a katıldığını ifade ederek gerekçelendirmiştir. Ancak madem Kutup’un cemaate yönelik düşüncesi Amerika’dayken bu müsteşrikten çok etkilendiği için gelişmiştir, öyleyse neden bu katılımı hemen Amerika dönüşü olmamıştır da Hür Subaylar Teşkilatı’ndan ayrıldıktan sonra olmuştur sorusu da cevapsız kalmaktadır. Zira Halidi, Kutup’un cemaatin güçlü olduğunu ilk defa Subaylar Teşkilatı’ndan ayrıldıktan sonra farketmeye başladığını dile getirmiştir (Salâh, 1994:319- 320, 324).

Açıkçası, Kutup’un Benna’nın çizgisini ve cemaatinin Mısır’daki önemini ve Batı için tehlike arz edip arz etmediğini bir müsteşrikten öğrendiğini ifade etmek Kutup’un sığ bir İslami yapıya ve Mısır hakkında hiçbir şey bilmediğini ifade etmekten başka da bir sonucu bize sunmayacaktır. Ya da Subaylar Teşkilatı’ndan ayrıldıktan sonra cemaatin gücünü yeni fark ettiğini iddia etmek onun çizgisini tam anlamıyla kavramamak demektir. Çünkü subaylar devriminde aktif rol alan cemaatin gücünü devrim öncesi görmeyen Kutup, neden bunu devrim sonrası üstelik Subaylar Teşkilatı’ndan ayrıldıktan sonra keşfetmiştir sorusu da cevapsız kalmaktadır. Elbetteki bütün bu sorular başlı başına büyük cevaplar taşımaktadır. Ancak bu sorulara verilecek cevaplar

Benna ile Seyyid Kutup’un yollarını, fikirlerini, siyasi İslam’a dair düşüncelerini de ayıracağı için sakıncalı görülmüş ve gerçek zemine oturtulmamış gerekçeler sunulmaya çalışılarak asıl neden gizlenmiştir.

Bu gerekçeler Kutup’un çizgisine, ferasetine ve sunmaya çalıştığı Cahili Toplum doktrinine zarar verecektir. Bize göre bu doktrin Benna’nın sunmaya çalıştığı ılımlı ve uzlaşmacı İslam doktrinine ters düştüğü için Halidi’nin yaptığı gibi ya görmezden gelinmiş, ya da Yusuf Azm gibi Benna ve Kutup çizgisi birleştirilmeye çalışılarak tarihi bulgular hasıraltı edilmiş ya da çarpıtılmıştır. Her iki çaba da Kutup’un uğruna şehit olmayı göze aldığı düşüncesine zarar vermekten ya da onu örtbas etmekten başka bir işe yaramamıştır. Biz bu çalışmamızla bu yok sayılan, göz ardı edilen ya da örtülmeye çalışılan Kutup’un siyasi düşüncesini bütün gerçekliğiyle sunmaya çalışarak bununla Benna gibi sisteme dâhil olmuş ılımlı ve uzlaşmacı liderlerin yaptığı hataları ortaya koymanın yanı sıra, bu düşüncenin Tekfirci guruplardan hangi noktalarda ayrıştığını da ortaya koymayı çalışmaktayız.

Makalenin memleketimizdeki ihvan algısını kristalize etmeğe katkı yapacak bu bakışını Seyyid Kutub’u doğru anlamanın faydalarına dikkat çekme yanında Benna ve mücadelesini de mahkum etmekten kaçınarak sağlıklı analize ve modern dönem Müslümanlığının nerelerde hatalar yapma riskinin arttığını tespite katkı yapması umulur.

Doğrusu Benna sosyal adaletten, ekonomik kalkınmaya, ulusal birlikten İslam’ın yönetim ve parlamenter sistemine kadar yaldızlı ve oldukça çekici ifadelerle ele aldığı bütün meselelerin pratikteki organizmalarının nasıl işleyeceğini izah edemediği gibi bu meseleleri bir ajanda olarak değil de konuşmalarında araya serpiştirdiği süslü ve cazip birkaç düşünce olarak ifade etmiştir. Kimilerine göre onun bu söylemlerini ilerde gerçekleştirmek istediği siyasi projelerine destek aramak için kullandığı iddia edilmiştir (Rıfat, 1977:127-128).

Benna otoriteye doğrudan başkaldırmayı intihar olarak kabul etmiş ve sistemin içine girerek sistemle sorunsuz bir şekilde baş edeceğini düşünmüştür. Ancak, Peygamberin Mekke dönemi direnişini sürekli örnek olarak kullanan Benna’nın gözden kaçırdığı en önemli husus, Peygamberin hiçbir zaman sistemin içine girerek sistemle mücadele yolunu seçmediği gerçeğidir. Kutup işte bu ılımlı yöntemin tam aksini düşünmektedir. Çünkü ona göre Peygamber de oldukça soylu bir kabileden gelmişti. İsteseydi eğer İslam dinine önce toplumdaki ahlakı güçlendirerek, cemiyetin vicdanını hedef alarak onları ıslah edecek bir reform çağrısında bulunarak tebliğe daha yumuşak adımlarla başlayabilirdi. Önce ahlakı ön plana alan, toplumu güzelleştirmeyi, nefisleri arındırmayı hedefleyen bir ıslahat davetinde bulunabilirdi. Etrafına bu ıslah çağrısında bulunan birçok asil Arap liderini toplayabilirdi. Salih bir insan topluluğu Peygamberin bu davetine icabet eder, Peygamber de böylelikle İslam akidesini ve inancını kabul etmeye onları daha kolay yaklaştırırdı. La İlahe illallah çağrısı bu kadar büyük bir muhalefetle karşılaşmazdı. Ancak Peygamber, ucunda kesin ölümün beklediği en zorlu yolu seçerek, üstelik bu çağrıyı toplumun en alt tabakasından gelen bir avuç köle ve toplumun en zayıf tabakası olan insanla birlikte yaparak, oldukça güçlü ve soylu olan kabilelerin elinde mütedavil olan hâkimiyeti en büyük otorite ve tek söz sahibi olan Allah’a iade etme (Ulûhiyet) yöntemini uygulamıştır (Kutup, 1977: 29-36)[5]

Benna’nın içinde yaşadığı vasatı görmezden gelerek benimsediği strateji genelleştirilemez. Sistem içi dışı kategorisi, kullanılacak imkân ve araçlar bakımından onu böyle tanımlamak için tek başına yeterli olmayabilir.) Benna’nın siyeri dayanak olarak kullanmadaki akledişi durumuna meşruiyet üretmeye meyyal bir tema taşımaktadır. Buna benzer Müslümanlığın çağdaş karmaşasında sayısız örneklerle karşılaşmak mümkündür.

Dolayısıyla, Kutup’a göre bu tip ılımlı İslamcıların izledikleri metot daha güvenli ve daha zamanın şartlarına uygun reel bir metot gibi gözükse de hiçbir zaman istenilen devrimi gerçekleştirmeyecek bir metot olarak kalmaya mahkûmdur[6]8. Çünkü varılmak istenilen son nokta Allah’ın hâkimiyeti olsa da sistemin bir figürü olarak ve onun içinde yer alarak sistemle savaşmayı amaçlamak bu hâkimiyeti kurmak için çıkılan savaşta başından mağlup olmak demektir. Benna sürekli sistemin içinde yer alarak, zamanla bilerek ya da bilmeyerek evirilmiş ve cahiliye toplumunun organik bir üyesi olmuş, bu yüzden sisteme karşı direnenleri ilk başta sadece ihraç ederken, son dönemde onları kafir ilan etmiştir (Seyyid Yusuf, c.II, 1994:162; Mahmûd ʻAbdulhalîm, c.II, 1985:58,75; Cemâl el-Bennâ, 1994:112; Mahmûd Sabbâg, 1407:245). Böylelikle cemaatini kendi eliyle ikiye bölmüş ve bazılarını ötekileştirmiştir. Bu tutumu hükümetlerin ve sarayın işgalci tutumunu pekiştirirken, buna karşılık cemaatin dağılmasına ve bir daha asla iflah olmamasına neden olmuştur.

Neredeyse yüz yıla yakın bir zaman sonra olanlara bakınca söylenecek fazla söze hacet kalmamış demektir. Dolayısıyla Kutub gelecek için nasıl mücadele edileceğine dair etkili bir tecrübe bırakmıştır. Kutub gibi baştan olmasa da sonucundan hareketle olsun bu değerlendirmeye ulaşabilmek doğrunun ve yanlışın kesin ölçütüne ışık olarak kabul edilebilir.

Dipnotlar

[1] Bu muğlak durum Selefi düşünce tarihine hâkim olan bir durumdur ve bu kimselerin kim olduğu ve nasıl belirleneceği hususu açık değildir. Bkz. Leonard Binder, “Gazâlî”, İslam Düşüncesi Tarihi, Edt. M. M. Şerif, c.II, 1990, s. 411.

[2] 4 Rıfat Said, Benna’nın kabile ve aşiret reislerinin halkı temsil ettiklerini savunmasını feodalizmin gelişmiş bir versiyonu olarak yorumlamıştır. Bkz. Rıfat Said, Hasanu’l-bennâ metâ keyfe ve limâzâ, s. 133.

[3] Demokrasi ve Şura arasında zorlama bir ilişki kurarak Dini bir Demokrasi’nin mümkün

olacağını savunan Müsteşriklere yöneltilen eleştir için ve bu husustaki ayet numaraları ve

açıklamalar için lütfen bkz. Zehra Betül Güney, Hasan el-Benna’yı Yeniden Okumak-

Müslüman Kardeşler’de Söylem Eylem İlişkisi-, Basılmış doktora tezi, Açılım Yayınevi,

İstanbul 2017, s. 197-198, 334.

[4] Yoldaki İşaretler kitabını bu kadar etkin yapan en önemli unsurun başında, İhvan’ın hapishanede insanlık dışı işkenceye maruz kaldığı bir dönemde nerede hata yaptık sorusuna cevap aradığı bir dönemde ortaya çıkarak yapılan hataları teşhis etmesinin yanı sıra, çarelerin de somut ve keskin çizgilerle sunulmasıdır.

Bu kitapla birlikte Benna’nın ılımlı ve barışçıl çizgisinin ortaya daha net çıkması özellikle hapisteki İhvan’ın oluk oluk Kutup hareketine kaymasına neden olmuştur. Bu kitabın yayınlanmasından sonra ikinci kez tutuklanarak asılan Kutup, bu tarihten sonra kitabı hapishanelerdeki İhvan’ın Kuran’la birlikte okutulan baş kaynağı ve başucu kitabı olmuştur. Zamanla hapishanede daha da keskin ve katı bir çizgiye doğru giden Kutup’un mukavemet felsefesinden etkilenen bu İhvan hızla cemaatten koparak diğer İhvanları tekfir etmeye başlamışlardır.  50’li yıllara kadar Benna hareketi geçerliyken, 60’lı yıllardan sonrası için Kutup hareketi ağır basmıştır. Kutup hareketi zamanla kitleleri arkasından sürüklemeye başlayınca Müslüman Kardeşler Cemaati içinde kan kaybından korkulmuş, bu hareketi dışlamak yerine onun sivri uçlarını törpüleyerek adeta Seyyid Kutup’un görüşünü yumuşatma yoluna gidilmiş ve Kutup hareketinin cemaat hareketiyle aynı çizgide olduğunu göstermeye çalışmışlardır. Örneğin Tilmisani, Kutup’un İslami toplumları tekfir etmesini tevil ederek “ O, toplumları karanlıkta görmüştü tekfir etmemişti” diyerek Kutup hareketini sevimli göstermeye çalışmıştır. Ya da Kuranî emir olan İyiliği Emretmek ve Kötülükten Alıkoymak felsefesini Kutup’un tevil etmeyerek yorumlamasını törpülemeye ve yumuşatmaya çalışmış, adeta Kutup’u Benna’nın çizgisinde göstermeye çalışmıştır. Kimileri de Kutup hareketini Benna hareketi olarak sunmaya çalışmıştır. Örneğin, Salâh Şâdî, Seyyid Kutup’un Benna’nın görüşünü idame ettirdiğini savunarak onun açtığı yolun “Benna’nın görüşlerinin mantıklı bir semeresi” dir diyerek adeta Hasan el-Benna’nın ılımlı imajına baypass yapmak istemiştir. Detaylı bilgi için lütfen bkz. Zehra Betül Güney, Hasan el-Benna’yı Yeniden Okumak, Açılım Kitap, İstanbul 2017, s. 252.

[5]İbni Teymiye Ulûhiyetin ve Rububiyetin gerçek anlamını Haşr Suresi 22-24 ayetlerinde tecelli ettiğini ifade ederek Allah ile insan arasındaki ilişkiyi köle ve efendi ilişkisinden öteye götürerek gönüllü katılım olarak adlandırabileceğimiz İlahın bütün sıfatlarını kayıtsız şartsız tam bir rıza ve teslimiyet ile kabul etmek ve sıfatlar doğrultusunda hayatını tanzim ve tesyir etmek olarak açıklamıştır. Bkz. Ebû’l-hasan en-nedevî, et-Tefsîru’s-siyâsî li’lislâm, s. 74-85.

[6] Seyyid Kutup’a göre Peygamber yöntemi sistemle uzlaşma içine girmemiş bir yöntemdir.

Bkz. Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, s. 164.

Yazıyı Paylaş

huseyinalan35@hotmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir