Cahiliyenin Köleliğe Razı Toplumu

Yazıyı Paylaş

İnsanoğlu bir topluluk olarak varoluşuyla birlikte devlet kavramıyla da tanışmıştır. Bir arada yaşamanın, asgari müştereklerde buluşmanın, düzenin kurulmasının yolu devletin varlığını ortaya çıkarmıştır. Toplum sözleşmesi teorisine göre tabiat halini yaşayan insan buna bir son vererek bir sözleşme etrafında devleti tesis etmiştir. İnsanlar kendi haklarından vazgeçerek hakkaniyet ve adaleti tesis için güç ve zor kullanma yetkisini devlete havale etmişlerdir. Bir görüş insanın özgürlükler için devleti oluşturduğunu söylemekte (Locke). Diğer bir görüş ise insanların güvenlik kaygısıyla devleti oluşturduğunu söylemektedir (Hobbes). Bu iki görüşten ortaya çıkan düşünceler de çağdaş Avrupa düzeninin oluşmasını sağlamış; daha otoriter ya da daha liberal devlet anlayışları kendini göstermiştir.

Devlet kavramının üç unsuru bulunmaktadır. Bu üç unsur da aslında Fransız Devrimi’nin ortaya attığı görüşler çerçevesinde oluştuğunu söyleyebiliriz. Devlet; halk(insan unsuru), ülke(toprak unsuru) ve egemen bir siyasi otoritenin(egemenlik unsuru) birlikteliğinden oluşan bir siyasi örgütlenme olarak tanımlanagelmiştir. Devleti oluşturan bu unsurlar da aslında çağdaş bir cahiliye olan ulus yada ulusçuluğu inşa etmiştir denilebilir. Çağdaş devletler ulus kavramı üzerine inşa ettikleri yapılarıyla bir taraftan halk ve toprak sömürüsü yaparken diğer taraftan oluşturdukları siyasi otorite ile kendi meşruiyet alanlarını da sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. Örneğin egemen siyasi otorite olarak devlet meşru ve ahlaki yasalar belirleyebildiği gibi toplumun birçok ilişkisini tarif edebiliyor, yasaklar koyabiliyor, zor ve güç kullanabiliyor. Hatta meşruiyetini tanımayan muhaliflerini idama varan çeşitli biçimlerde cezalandırabiliyor. Yani kısacası bir yeryüzü tanrısı gibi hareket edebiliyor. Peki, bunları yaparken dayanağı ne? İşte burada karşımıza meşruiyet kavramı çıkıyor. Arapça kökenli bir kelime olan meşruiyet, tıpkı günlük kullanımda olduğu gibi temel çerçevede “yasaya / şeriata uygunluğu” ifade ediyor. Daha net bir tanımlama ile meşruiyet siyasi iktidarın varlık sebebinin yönetilenler için bir anlama kavuşturulması, halkın rızasına ve onayına dayandırılmasıdır. Birey – toplum – siyasal iktidar arasındaki ilişkilerin üzerine inşa edildiği ilke, kural ve değerleri göstermektedir.

Elbette meşruiyet kavramı sadece “zorunlu bir itaat” anlamında düşünülmemelidir. Sadece fiziksel güce dayanarak yaptırımlarda bulunan bir siyasal iktidar sürekliliğini yok edecektir. Bu yüzden tüm iktidarların temel problemi toplumsal rıza arayışıdır. Siyasal iktidarlar tarih boyunca her türlü meşruiyet kaynağını toplumsal rızayı kazanmak amacıyla kullanmışlardır. Çağdaş cahili düzenlerin meşruiyet kaynakları çeşitlidir. Din, mitoloji, gelenekler, liderlerin karizmatik kişiliği meşruiyete kaynaklık edebilir. Kendisini çağdaş, laik olarak gören bir devlet için bile din önemli bir meşruiyet kaynağıdır.

Eski Mısır uygarlıklarının Firavun düzenlerinden Vatikan’a kadar hatta çağdaş devlet modellerinde bile din bir meşruiyet kaynağı olmuştur. Türkiye açısından bakacak olursak var olan siyasal iktidarın kendisine toplumda muhafazakâr bir karşılık bulduğunu görebiliriz. Böylece çağdaş / laik bir devlet bile bu sayede de devamlılık arz edebilmiştir. İktidar tarafından dini kavramların kullanılması; dini bir söylemin ağızdan düşmemesi, imam – hatip okulları için yaptıkları çalışmalar devleti halkın gözünde eskiye nazaran daha da meşru kılmıştır. Toplumda var olan gelenekler ya da bunların dinmiş gibi algılanması da siyasal iktidarın meşruiyetini sağlamıştır. Gelenek anlayışı beraberinde topluma güven hissi verir. Bu güven hissi içinde birey – toplum – devlet ilişkileri kurulur. Gelenek ile geçmiş bugüne getirilir ve geleceğin de aynı süreklilik ile korunması sağlanır. Sürekliliğe ve tarihi mirasa dayanmayan meşruiyet iddiasının toplumda kabul görme şansı bu

nedenle düşüktür. Dolayısıyla siyasal iktidar ortak bir tarihsel miras yaratma, ortak bir şuur ve kültür oluşturma yoluyla toplumsal rızayı geliştirmeye çalışır. Bu sayede itaat de kolaylaşmaktadır.

Bir diğer önemli meşruiyet kaynağı kahramanlık veya karizmatik liderliktir. Karizmatik liderlik, toplumun bir lider çevresinde bütünleşmesi, dinin, geleneksel iktidarın bir kişide cisimleşmesi, tarihsel misyonun bir kişiyle örtüşmesi, korkunun ve ödüllendirmenin bir kişinin eliyle tüm topluma dağıtılması şeklinde kendini gösterir. Bu yönüyle bir meşruiyet kaynağı olarak liderlik sadece otoriter devletler için değil Türkiye gibi görünürde “çoğulcu ve demokratik” sistemler için dahi önemli bir pozisyondadır.

Cahiliyyenin kendi devlet yapısını toplumda karşılığı olan ve meşru kabul edilen bir sisteme dönüştürme çabası elbette İslami açıdan kabul göremez. Ahlak ve adalet ölçülerini vahyi olandan almayan çağdaş düzenler bu açıdan çeşitli olumluluklar barındırsa bile İslami açıdan makbul görülemezler. Ancak cahili sistemlerin eleştirisi sadece temelde vahye dayanmama ile sınırlı değildir. Aslında bu düzenlerin eleştirisi ve yapaylığı yine kendi içinden çıkmaktadır. Örneğin rızanın ya da meşruiyetin üretimi kavramıyla Noam Chomsky önemli bir eleştiri getirmiştir. Rızanın üretimi sürecinde devletin çeşitli aygıtlarla toplumu çarpıtılmış bilgi bombardımanına tuttuğunu belirten Chomsky, böylece sistemin aslında toplumu aldattığına işaret etmiştir. Bu aygıtlardan en önemlisi de medyadır. Yine Louis Althusser’in geliştirdiği “baskı aygıtları” kavramı da devletin hangi araçlarla meşruiyeti sağladığını ortaya koymaktadır. Baskı aygıtları olarak polis, ordu, mahkemeler, hapishaneler olarak öne çıkarken ideolojik aygıtlar olarak ise din, eğitim, kültür ve medyadan bahsedilebilir. Halkın meşruiyetinin kazanılmasında baskı aygıtlarının tek başına yeterli olmayacağını bununla beraber ideolojik aygıtların da kullanıldığını belirtmektedir. Toplumun manipüle edilmesinde yine medya önemli bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugünkü değişen teknolojik haliyle sosyal medya, doğru veya yanlış olduğuna bakılmadan yapılan paylaşımlar, bazen ortak bir nefret ve linç dilinin oluşmasına sebep olmaktadır. Malcolm X’in ‘’Eğer dikkat etmezseniz medya mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur.’’ sözü medyanın aldatıcı etkisini iyi anlatmaktadır.

Sonuç olarak özellikle İslam toplumları için meşruiyet dediğimiz kavramın iktidar tarafından insanların sahih olandan uzaklaşması sebebiyle üretildiğini, aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu ifade edebiliriz. Ayrıca 200 yıldır İslam dünyasının da içinde olduğu modernleşme süreci de buna eklendiğinde ifsat edilmiş beyinler ve toplumlar sayesinde bu durum daha da berraklaşıyor. Batının Aydınlanma Hareketi’yle üretilmiş birçok kavramının İslam toplumlarına taşınması, bu taşınma neticesinde ortaya çıkan buhranlar, kırılmalar Müslüman kimliklerde ciddi dejenerasyon oluşturmuştur. Özellikle İslam’ın öngördüğü cemaat bağları koparılarak bireyselleştirilmiş toplumlar “çağdaş devlet” karşısında bütünüyle güvenliksiz kalmış durumdadır. Batı’nın bireye yüklediği aşırı anlam İslam toplumlarında da karşılık bulunca cemaatsel yapılar zayıflamış, bireyselleşme normalleşmiştir. Toplumun bireyselleşmesi de beraberinde birçok modern kurum ve düşüncesini getirmiştir.
Bugün gelinen noktada batı medeniyetinin tanımladığı çerçevede birey olarak varlık kazandırılan insanlar bir tür modern kölelik durumunu yaşamaktadırlar. Liberal – kapitalist ekonomik ve toplumsal düzen içerisinde fertler sadece rızık kaygısıyla ilgilenmekte, krediyle ev, araba alabilme umudu ile sisteme kendilerini daha çok bağımlı kılacak tuzaklara düşmektedirler. Ve insanlar var olan düzenin bozulmasından, konforlarının kaybolmasından hiç haz etmemektedir. Bu da cahili sisteme ait siyasal yapıların kolaylıkla meşruiyet kazanmasını hızlandırmaktadır. Üstelik toplum bu modern köleliğe rıza da göstermektedir.

George Orwell 1984 adlı kitabında ‘’Büyük Birader’’ olarak adlandırılan devlet tüm insanlar üzerinde medya, TV aracılığıyla müthiş bir tahakküm kurmuş ve toplumun da bu şekilde devletten korkarak yaşadığı bir “kara gelecek” tasviri yapmıştır. Oysa günümüzde bu tahakkümün artık bizzat insanlar tarafından kendi kendilerine yapıldığını görmekteyiz. Devletin “zorlamasına” gerek kalmadan insanlar zaten devlete gönüllü olarak teslim olmuş durumdadır. Özellikle sosyal medya aracılığıyla özel hayatlar kamu karşısında ifşa edilmektedir. Güvenlik adı altında tüm sokak ve caddelerin, binaların kameralarla donatılmasına ses çıkarılmamaktadır.

Sonuç olarak modern insanın köleliği devletin ya da bir zorbanın kollarına taktığı, ayaklarına vurduğu prangalardan kaynaklanmıyor. Tam tersine insanın kendi kendisine yaptığı, beyninde kabullendiği ve rıza gösterdiği durumlardan kaynaklanıyor. Sahih olanın unutulması, geleneğin dinmiş gibi algılanması, var olan yapı ve düzene koşulsuzca biat edilmesi tüm insanlığa tarihte görülmemiş bir kölelik yaşattığı gibi cahili düzenin toplumda meşru bir algı oluşturmasını da sağlamaktadır.

Yazıyı Paylaş

talipkatak@tashih.com.tr

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir