Türkiye’nin Yeni Döneminde “Biz”

Yazıyı Paylaş

Türkiye’de AKP ile başlayan siyasal sürecin pek çok açıdan yeni ve alışılmadık pratikleri beraberinde getirdiği inkar edilemez. Öyleki düne kadar rejimin hor görüp dışladığı büyükçe bir kitle devletin kendilerine karşı değişen tutumunu tanımlayıp bir tepki vermekte zorlandı. Bu açıdan Türkiye’nin yeni siyasi süreci sıradışı bir deneyim gibi görünsede aslında AKP’nin Türkiye’deki başarısının dünyadaki küresel değişimin yerel yansıması olduğunu unutmamak gerekiyor. Elbette basitçe tüm süreci emperyalist güçlerin komplosu gibi görmek gerçekçi olmayacaktır. Ancak diğer taraftan dünya ölçeğindeki değişimlerin iç siyasete etkisini ıskalayarak yapılacak analizlerin de aynı oranda isabetsiz olacağı göz önünde bulundurulmalı. Tıpkı Adnan Menderes’in Milli Şef İsmet İnönü’yü tüm dünyadaki führer/milli şeflerin tasfiyesine denk gelen bir dönemde alaşağı etmesi gibi AKP’nin devletin militarist/ceberrut yüzüne karşı aldığı şaşalı başarılarda dünya genelinde turuncu devrimler / baharlar –daha doğrusu- bonapartist rejimlerin tasfiye edilmeye başlandığı bir döneme denk gelir. Görece tutucu, liberal politikalara daha dirençli, modern dünyanın en kutsal umdesi olan değişime karşı muhafazakar bir yaklaşıma sahip olan bonapartist rejimlerin tasfiyesi zaten kaçınılmaz bir süreçtir. Çünkü çağın medeniyet algısını inşa eden modernite sürekli bir yenilenme ve değişim döngüsü içinde kendisini yeniden oluşturur. Bu durum er veya geç bir önceki yüzyılın politik diline ve militarist sömürü yöntemlerine tutunmuş Kemalist ideolojiyi de etkileyecekti. Böylesi bir süreçte Kemalistlerin, eski Türkiye derin devletinin ve kast sisteminin en tepesinde yer alanların tepki ve muhalefeti de son derece anlaşılır bir durumdu.

Şaşırtıcı olansa müslümanların bu yeni duruma karşı pozisyon almakta geç kalmaları ve muhalefet yeteneklerini görece yitirecek şekilde muktedirlerle yakınlaşmaları oldu. Düne kadar kendileriyle her alanda kavga eden rejimin çok kısa bir sürede görece tavır değiştirmesi, başörtüsü ve din eğitimi gibi kamuoyunun duygusallaştığı alanlarda baskıcı politikalarını gevşetmesi gibi gelişmeler müslümanların sistem ve rejime karşı çekimser duruşunu zayıflattı. AKP, muhafazakar demokrat kimliği ve merkez parti karakteri gereği lüzumsuz gerilim yaratan alanlardan çabucak geri çekilmiş böylece sisteme katkı sağlamaktan kaçınan müslümanların bir bakıma hem gönlünü hem de oyunu kazanmış oldu. Üstelik hak ve özgürlük kazanımı noktasında Türkiye’de yaşanan değişimleri küresel gelişmelerden uzak olarak tamamen kendi başarısı gibi göstermeyi de bildi. Bu durum iki açıdan politik manevra alanını da iktidara sağlamış oldu: Birincisi bu başarının içte ve dışta düşmanlar tarafından sürekli tehdit edildiğini bu nedenle de halktan sahiplenme bekleyen “mağduriyet” politikasıydı. İkincisi ise özellikle müslümanların rejime karşı mücadele algılarını değiştirerek onları sistemin siyasal zemininde söz söylemeye ikna edecek bir pozisyon kazanmasıydı.

Gerçektende düne kadar oy vermeyen, düzenin kendince meşru siyaset alanına dahil olmak yerine toplum zemininde muhalefeti önceleyen Müslümanlar bugün oy verir, politika üretir ve açıkça taraf tutar bir noktaya geldi. Her ne kadar Müslümanlar arasındaki kırılma oy vermek gibi “görünür” tercihlerde daha belirgin olsa da geldiğimiz nokta derinlerde daha ciddi bir farklılaşmanın yaşandığını gösteriyor. “Değişen” müslümanların kendi ideallerinden görece vazgeçmeleri, mevcut cahili sistemin ötesinde kendi düşünce ufuklarını ve değerlerini yansıtan alternatifler üzerine yoğunlaşmak yerine “yeryüzü egemenleri”nden medet umar hale gelmeleri son derece düşündürücü. Elbette bu zaten devletle bütünleşmiş geleneksel ehli sünnet yapılanmaları / cemaatleri gibi alenen ve el açarak olmuyor. Ancak her seçim döneminde yaşadıklarımızı, devletin iç ve dış siyasetindeki politik tutumunu -belki küçük birkaç itiraz dışında- kabul edip sahiplenenleri, düne kadar demokrasinin burjuva parlementolarının sefil bir oyunu olduğunu söyleyip bugün eleştiriden kaçınanları gördükçe bir istikamet değişiminin yaşandığını anlıyoruz.

Nasıl böyle bir noktaya geldik? Aslında derinlemesine düşündüğümüzde Müslümanlar arasında yaşanan bu kırılmanın çokta şaşırtıcı olmadığını görebiliriz. Kapsamlı, sistemli ve kendi dünya idealini her alanda ortaya koymuş bir İslami hareket kabul etmeliyiz ki bu topraklarda hiç doğmadı. Kuşatıcı hareketler yerine daha çok yerel öbekler olarak varlığını korumaya çalışan Müslümanlar tağuti düzenle hesaplaşacak bir vizyon üretemediği gibi rejimin toplumla temas ettiği alanlara dönük eleştirilerini de derinleştiremedi. Söz gelimi demokrasi tenkitleri, devletle ilişkimizin hangi ölçü ve boyutta olacağı gibi konular pek çok açıdan belirsiz olduğu gibi, bir mücadele hattı oluşturamayacak kadar da zayıf kaldı. Sistemin üzerimizde baskı kurduğu zorunlu askerlik, zorun eğitim, kentleşme politikaları, banka ve faiz sistemi üzerinden getirilen dayatmalar gibi alanlarda yapay ve sığ eleştirilerin ötesine geçen itirazlarımız yok denecek kadar az. Sadece siyasal çerçevede değil, hayatımızı topyekün değiştiren modernite ile de mücadele edecek bir bakış açısı ortaya koyamadığımızı, yüzlerce yıllık geleneksel mirasa yaslanmak dışında güncel çözümler üretemediğimizi de kabul etmeliyiz. Elbette istisnalar veya hiç değilse bu zaafı farkederek tartışmaya açmaya çalışan çabalar görmezden gelinemez. Ancak belirgin bir hat, hepimize yeni ufuklar kazandıracak örnek bir süreç olmadı. Dolayısıyla böylesi derme çatma bir mücadele hattı kolayca çözüldü. Kabul edelim son dönemde yaşananlar, özellikle islami mücadelenin öncü ve saygın şahsiyetlerindeki değişimler / çözülmeler hepimiz açısından moral bozucu olmuştur. Fakat meseleye bir de hayır  tarafından bakmalıyız. Zaaflı, süreci hiçbir zaman doğru okuyamayan, mevcudiyetini ve cemaatsel kazanımlarını korumak adına taviz ve işbirliğine hep hazır, sistemin açtığı kadro ve sağladığı imkanlardan nemalanarak muhalefet etmeyi sürekli erteleyen hastalıklı zihniyetten ayrışma imkanına da kavuşmuş durumdayız. Nefesi tükenmiş, kendi dünya idealini ortaya koymak yerine sürekli maslahatlara sığınarak önünü görmeye çalışan mevcut islami hareket algısının bugün değilse yarın iflas edeceği, akamete uğrayacağı zaten bir gerçekti. Elbette bugün yaşadığımız çözülmeler, kardeşlerimizin hataları bizi sevindirmez. Fakat bu durumun da bir başka imtihan ve yeni bir dönem olduğu unutulmamalı. Yaşanan hatalardan dersler çıkarmalı kendi pozisyonumuzu doğru yöntemlerle korumalı ve birikimimizi derinleştirmeliyiz.

Neler yapılması gerektiği, bugün yaşadığımız derin yaralar açan hatalara yeniden düşmemek adına hangi adımları atabileceğimizi uzun uzun konuşabiliriz, konuşmalıyız. Ancak öncelikle mevcut durumu cesurca tahlil etmeye ve daha önce kaçındığımız, yüzleşmeken çekindiğimiz her alanda derinlemesine bir özeleştiriye “niyet etmek”le yola çıkmak gerekiyor. İnanıyoruzki yüzünü Rabbine dönmüş olanlar yalnız ve yardımsız kalmayacaktır.

Yazıyı Paylaş

murat@hezarfenmedya.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir