Türkiye Modernleşirken Müslüman Nereye Savruluyor?

Yazıyı Paylaş

“Bize bir nazar oldu, Cuma’mız Pazar oldu,
Ne olduysa bize hep, azar azar oldu.” (Arif Nihat Asya)

Modernleşme özü itibarıyla bir zihniyet biçimi olup insanlık tarihinde bir kırılmaya işarettir. Yaratılışa, varlığa, hayata, topluma, kente, insana ve değerler sistemine dair Batı’da başlayıp tüm dünyayı saran bir dizi yapısal nitelikteki değişim ve dönüşümü ifade eder.Sanattan, mimariden ve bilgi biçiminden hız alıp endüstriyel üretimle şaha kalkan değişimler sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel ve dini alanları ve uygulamaları da kapsadığı için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Osmanlı’da kırılmanın başlangıç tarihi genelde 18. Yüzyıl sonu, başlatıcıları 3. Selim ve 2. Mahmut olarak gösterilir. İşaretiyse “yeni bir nizam” kurma adına başlatılan yeniliklerin Tanzimat Fermanı (1839) ile tescillenmesidir.İlk elde ordunun her bakımdan yenilenmesini öncelemeyi, yenilenen ordu örnekliğinde diğer eğitim, idari, mali ve hukuk sistemini,yapısal ve niteliksel olarak da devleti “yeniden düzenleme” faaliyetleridir.

Yenileme tartışmalarında iki temel tercih söz konusu edildi; ya eski kudretli hal yeniden ihya edilecek, ya da Batı taklit edilecekti, ikincisinde karar kılındı. O gün bu gündür rotada bir sapma olmaksızın süreç devam ediyor. Bu işleri 2. Mahmut ve Atatürk yukardan aşağıya doğru buyurgan bir biçimde ve halka rağmen yaptılar. 2. Abdülhamit ve (CHP haricindeki) diğer tüm fırka ve partiler halkı da yanlarına alarak yaptılar. İkisi arasındaki fark takip edilenyöntemdeydi.

Burada altı çizilecek olan şey şudur: Tanzimat’tan bu yana devlet kendisini tanımlarken, içerde ve dışarda izah ederken, eşit yurttaşlarıyla arasında kuracağı siyasi, hukuki, mali, adli, askeri, güvenlik ilişkisini kurarken artık İslam’a başvurmayacak, kendisini İslam ile ifade etmeyecektir.

Geçerken Osmanlı’nın beylikten imparatorluğa geçtiği Fatih devrinde iki önemli uygulamayı hatırlamalıyız: İlki, Osmanlı yönettiği Tebaa’sını dini ölçülere göre sınıflandırmış, kendi atadığı Patrikler ve Haham’ı devlete karşı cemaatlerinden sorumlu tutmuş, onların kendi içişlerini kendi hukuklarına göre görmesine de izin vermiştir. Bu sistem Tanzimat’la değişecek, bu gün bilinen “ulus” ölçüsüne göre yasal, mali, adli vs bakımdan “eşit” yurttaşlık statüsü başlayacaktır.

İkincisi, o güne kadar devletten bağımsız, devlete rağmen var olan Müçtehitlik geleneği, o günden sonra bağımsız karakterini yitirecek ve Şeyh-ül İslamlık makamı aracılığıyla devlete bağlı ilmiye yahut müftü/memur sınıfına dönüşecektir.

Bu değişimler tarihimizde meydana gelen yeniliklerin referansında kırılmalara neden sayılabilecek değişimlerdir. Bu bakımdan siyasi meselelerin veya devlet işlerinin hallinde İslami çözümün değil, devletin bekası için yapılması gereken ne varsa, buna ‘örfi hukuk’ da deniyor, onun İslamileştirilmesi gibi bir uygulama ‘dini anlayış’ içerisinde yol bulabilmiştir.

Eskiden devlet, siyaset, toplumsal işler gibi bütünü ifade eden görüş ve uygulamalarda doğru ve yanlışıntespit edilmesinde başvurulan referanslar özetle: Dört halife sonrası gelişen devlet tiplerinden bağımsız, akçeli işlerden uzak duran nitelikteki “Ulema-i Amilîn”in (ilmiyle amel eden alim)ve Medine’linin/şehirlinin ve bunlara destek olan eşrafın varlığı ve örnekliğiydi. Dünya işlerinin hakikatine vakıf olan bu tabakanın içtihatlarıyla meseleleri çözerek,bozulmalara zamanında müdahale ederek, sünnet mirasına titizlikle sahip çıkarak, yanlışa karşı doğrunun yanında yer alarak fesadın her alana yayılması engellenirdi. Modernizmin “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma” ya başlaması bahsedilen kırılmaların da sonucu sayılabilir.

OLAN BİTEN NEYDİ
Bir kaç yüzyıl önce Batıda başlayıp 19. yüzyıldan sonra tüm dünyaya yayılan modern algı ve pratik Doğusu Batısı ile tüm dünya uluslarını o kadar etkiledi ki insanlık, sanki aynı tarihi ve toplumsal süreci yaşamış gibi aynı değerleri paylaşıyor, aynı gelecek peşinde koşturuyor. Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler, Taoistler kadar “Müslümanlar” da kendilerini modern düşünüş biçimine uygun şekilde ifade ediyor, modern değerlerle Müslümanlığı yeniden tanımlamak zorunda kalıyor.
Osmanlı ülkesinde bundan yüz elli yıl kadar önce bir türlü önlenemeyen krizler zamanında saltanat sistemine ve istibdat rejimine “haklı” olarak karşı olan öncülerimiz, modern devletin muhtevasına değil de şekil ve şemailine aldanıp cumhuriyeti savunmuşlardı. Onlar, seçim sistemini “biat” a, parlamentoyu “Hilafet” e, kanun çıkartmayı da “şura” ya benzetmişlerdi.

Umutları oydu ki şehirlerimiz Batının düzenli kentlerine, düzensiz mahallelerimiz apartmanlı sitelere, imalathanelerimiz fabrikalara, para vakıflarımız bankalara, eşrafımız girişimciye, köylümüz kentli işçiye dönüşecekti. Yollar yapılacak ulaşım kolaylaşacak, şirketler kurulacak ticaret artacak, vergi disiplini gelecek kamu maliyesi düzelecek, mevsime ve emeğe bağlı tarım teknolojik geçişle yüksek verimliliğe dönecek, standartlaştırılacak modern eğitim sistemi yaygınlaşınca cehalet bitecek, makinalı tarım ve fabrikasyon üretim vs derken üretim ve istihdam artacak, gelir seviyesi yükseldikçe kalkınma hamleleri başlayacakve refah toplumu oluşacaktı.

Bu sırada Batının neyini alıp neyini almayalım gibi esası ve rotayı ilgilendirmeyen tartışmalar ilmiye sınıfının kendini gösterebildiği seviye testi gibiydi! Zira yenilik için Batıyı taklitçiliğe karar verildiğinde ittifak edilen şey evvela devleti geri bırakan eski “bagajlardan” kurtulmaktı, en ağır bagajsa “malum”din görülüyordu.

Modern devletin anayasacı, laik, kapitalist, ulusçu, bürokratik, eşit yurttaşlık gibi bütün temel unsurları transfer edildi. Böylece kitaplarda olsun yaşayan ve tartışılan İslam’ın öngördüğü siyasi örgütlenme şekli, muhtevası ve unsurları tarihe yollandı. Devlet değiştikçe Müslümanların toplumsal yapılanma biçimi ve kamusal alanda görülen işleri de yeni ölçülere göre şekillenmeye başladı. Dolayısıyla şer’i hukuka ve klasik serbest iktisada ait kurallardan ayak bağı olan ne kadar düzenleme varsa terk edilmeye, yeni duruma destek olanlarsa modernize edilmeye başlandı.

Bu anlayışla devlet fikriyatı ve toplumsal örgütlenme yapısı modernleşti, klasik iktisadi sistem terk edilip kapitalist biçime geçildi, ticari anlaşmalarla ülke pazarları dünyaya açıldı, Batı sanayi ürünlerinin pazara kolay ulaşımı için dört koldan demiryolları döşendi. Kentli sermaye sınıfı teşvik edildi, işçi sınıfı oluşturuldu. 20. Yüzyıl başına gelindiğinde nihayet bizlerde “Hürriyet, müsavat ve kardeşlikten” nasipleniyorduk!

Bu gün Müslüman dünyada ulus temelinde “tevhid” olmuş toplumlar, toplumsal işlerini kapitalist ticari değerlere göre yürütmektedirler. Kapitalist üretim tarzına ve Pazar ilişkisine bağlı iktisadi düzenler, laik temele dayalı hukuki sistemler, özgürlükçü ve eşit yurttaşlık temeline dayalı demokratik siyasal rejimler, devletlere biat etmiş sivil temelli sosyo-siyasi, mesleki ve kültürel alanda dayanışan örgütlenmeler, her tür üst değerden bağımsızlığını kazanmış özgür ve özne tipi bireyler, erkek cinsinden bağımsız bir varlık olarak kendini yeniden tanımlamış kadınlar vs bütün bunlar, yenilenme namıyla meşrulaştırılan değerlerin sonuçları veya nedenleridir.

Vakanın ismini doğru koyalım, demokrasi ve laiklik, insan hak ve özgürlükleri, eşitlik ve kardeşlik, kapitalist serbest ticaret, yurttaşlık ve sivillik gibi zihin kodlayan modern değerler, kutsal kitaplardan “ibadet” niyetine “zikredilen” ayetler gibi yüceltilmektedir! Nihayet varlık alemi, dünya hayatı, kent toplumu, örgütlenme ve ilişki biçimlerinin seküler nitelik taşıması kadar doğal ne olabilirdi ki?

Buraya kadar özetlenen gelişmelerde altı çizilecek husus şudur: Osmanlı’da yenilikçilik olarak başlayıp günümüze olgunlaşarak gelen Batılılaşma çizgisi, bizim “Müslüman Teba” da iki tip toplumsal kategori oluşturdu. “Üç tarzı siyaset” örneğinde olduğu gibi dönemine göre değişik adlarla anılsa da iki sınıfın davarlık gerekçesi ya da muhalefet türlerinin niteliği gerçekte devlete, devletin yapısal özelliklerine, siyaset yapış biçimine ve meşruiyet temeline dair değildir. Tarafların ortak paydası, devletin sahibi olan “Halife Sultan” azledilinceonun yerine geçecek kurumsal yapıda yönetici sınıf olma ve iktidar imkanlarından yararlanma şeklinde sürdürülen mücadelenin “karşı” tarafları olmasıdır.

Bu ikili muhalif kategori saltanat devrinde saltanatçı, cumhuriyet devrinde cumhuriyetçi, çok partili devrede özgürlükçü, askeri cunta devrinde militarist,demokratik devrede çoğunlukçudurlar. Aralarındaki fark modernleşme süreci boyunca kendi içinde ilerici-gerici, kentli-köylü, cumhuriyetçi-hilafetçi, laik-dindar, sağcı-solcu, modern-gelenekçi, liberal-muhafazakar şeklinde kutuplaşmış halkın temsiliyeti dolayısıyla kullanılan dil ve takip edilen yöntemdir. Uluslararası toplum ve sistemse duruma göre bazen birinin, bazen de diğerinin arkasında oldu.

Modernleşme sürecinde kamplaşan toplumsal yapının tipik rekabeti şu misalle izah edilebilir: Bu memlekette ne zaman seçim yapılsasandıkta oy kullananlar “bizi şu şartlarda olmak kaydıyla bunlar yönetsin” diye siyasi bir tercih yapmıyor, onun yerine “bizi şunlar yönetmesin” diye oy kullanıyorlar. Nitekim her seçim sonrası kendi partisine oy verenlere “neden onlara oy verdiği” sorulduğunda alınan cevap hep aynıdır, “ne yani diğerlerine mi verseydik” ya da “bizi onlar mı yönetseydi?”

ÖRNEKLERLE YAPILANLAR
Tanzimat’tan bu yana takip edilen ana rota sebebiyle devlet çapında niteliksel olarak meydana gelen değişimler birbiri üzerine konularak ilerledikçe, toplumsal yapı da niteliksel olarak devletin peşine takılıp sürüklenecek, halk bir iki adım geriden takip etse de değişimlere ayak uyduracaktır. Nelerin değiştiğine ve devletin öncülüğüne dair çarpıcı bir kaç örneği karşılaştırmalı olarak sıralayalım:

Devlet modern zihne dayalı bilgi sistemini yaymak için hem uzmanlığa dayalı, hem de zorunlu ve süreli eğitim sistemini mecbur kıldı. Böylece hem modern kent hayatını, kapitalist iktisadi üretim ve tüketim sistemini üretti, hem de sosyal yapıyı değiştirecek aydın insan tipini“model” leştirdi.Modern siyasal ve toplumsal hayat için “eğitilmiş modeller” eliyle kentlerden başlayarak kırsala kadar toplum her alanda “adam edilmeye” başlandı.

Dindar sınıf alternatif eğitim namına açtığı veya desteklediği özel kurslar, okullar, medreseler hattadernekler, kolejler ve üniversiteler geliştirdi, yatılı yurtlar ilave etti. Duruma göre ya bütünüyle ya da müfredata eklenen dini dersler öğretilirken, modern akılla üretilmiş “bilginin İslamileştirilmesi” gerçekleştiril, modern olan şeyler Kur’an’da yeri bulunarak savunuldu. Böylelikle seküler değerlerle işleyen kamusal hayata uyum sağlaması gereken Müslüman “tipoloji” yetiştiriliyordu. Sosyal, iktisadi, mesleki, siyasi işleri yürütecek veya bu hayattaki sorunları çözecek bilgiler, dolayısıyla “İslami bilgi” olmayacaktı.

Devlet bankacılık, sigortacılık, borsacılıkve aracı kurumlar gibi faizli sisteme dayalı kredili finans şirketleri kurdu, kurdurdu. Tarım, sanayi, sınai ve hizmet piyasasında faaliyet gösteren kişilerin, işletmelerin, imalatçıların, tüccarların ihtiyaç duyacağı sermaye, kredi, teşvik, kar, ücret ve yatırım gibi parasal işleri ve mali dolaşımıbu sisteme bağlandı, yasallaştırıldı ve destekledi. Tüketici kredileriyle mesken, işyeri, araç, tatil, evlilikgibi kişisel ihtiyaçlar dahil banka sistemi üzerinden kredilendirilerek sistem dışında seçenekler tıkandı.

Dindar sermaye finans kurumları açtı, girişimciler işletmeler, şirketler veortaklıklar kurdu, üretime, ticaretebaşladı.Nakit ihtiyaçları “faizsiz” sistem, “oran” ve “vade” lerde karşılanmaya, tasarruf sahiplerine “kar payı” adıyla “nema” dağıtılmaya başlandı. Hassasiyeti nedeniyle piyasa dışında kalan “tüketicinin” araç, mesken, işyeri, makina gibi finans ihtiyaçları diğerlerinden kopyalanarak “İslamî” formüllerle karşılandı. Yasal mevzuat ve kuruluş amaçları gereği bu kurumların bankacılık sisteminden, para ihtiyaçları reel finans gerçeklerinden, geri ödemelerin faiz ve gecikme oranlarından, ödeyemeyenlerin teminat bozdurma ve icra işlemlerinden, işletmeler kar, rekabet ve ücret konusunda kapitalist sistemden vs isimlendirme dışında farklı olmadıkları görüldü.

Devlet hakimlik, savcılık ve avukatlık sistemine dayalı modern adli sisteme geçti. Batıdan aldığı laik nitelikli yasalara dayanarak her tür ihtilafı, çekişmeleri ve kendine olan muhalefeti “Türk Ulusu” adına hükmeden mahkemelerle çözdü. Kolluk gücünü sistemin teminatı yaptı. Halkın işini çözeceği başka seçenek kalmadı.

Toplum tekke ve zaviyelerden,miras aldığı veya yenilediği öğretim yerlerinden öğrenebildiği kadarıyla inancı, kültürel genetiği ve yapısal niteliği itibarıyla devletine bağlı, devletini yücelten bir kültürden geliyordu. Tanzimat’ın Muhtarları, Cumhuriyetin Öğretmenleri el birliğiyle mezralara kadar “adam” etme misyonunu yerine getirirken ahali için “şeriatın kestiği parmak acımaz” dı. İşlerin değiştiğini bilenlerse “Allah’ü Ekber”, “Lâ İlahe İllallah”,“E’laLeh’ulHalkuVe’lEmru” gibi kurucu lafızların dillerde “virde” dönüşmesine aracılık ettiler.

Devlet parti kurdu, siyasi işlerini yürüttü. Devleti kuran tek parti, ikinci dünya savaşından sonra geçilen çok partili sistemde yeni partiler “doğurdu.” Bu partilerse dini popülizm yaparak halkın rağbetini kazandı. Halk, gerçekte ne olup bittiğini anlamadığı için kendini “adam etmek” isteyenlere değil, kendine “adam muamelesi” yapanlara destek oldu. Oysa siyaset yapmanın ilkeleri, amaçları, yöntemleri İslam’dan değil son iki yüzyıllık serüvenden devşirilince, İslam ve siyaset karşıt cephelere savruldu.

Devlet esnaf kefalet ve ticaret odası gibi işveren örgütleri, sendikalar gibi işçi örgütleri kurdu veya öncülük etti. İktisadi piyasayı ve emekçisınıfı kontrol etti. Kamusal alanda bunların dışında kalan işleri tabipler odası, eczacılar birliği, mimar mühendisler odası, barolar birliği gibi sivil örgütler eliyle modernizme bağladı.

Dindarlar ve alternatif uygulamaları sevenlerimiz kendi partilerini, sivil toplumlarını kurdular. Klasik isimle cemaat adıyla kurulu örgütlenmeler dahil evlere, camilere, kitabevlerine sıkışmış birikimler sivilleştirildi. Diğerlerinin karşısına bunlarla çıkıldı. Kamusal alanda ihtiyaç hissedilen veya kendilerine bırakılan alanlarda siyaset yapıldı, sosyal dayanışma, toplumsal ve kültürel faaliyetlere koşturuldu…

Örnekler de bizegösteriyor ki halkın önüne düşen/düşürülen dini/siyasi önderler toplumsal alanda yürütülen faaliyetleri kendi düşüncesinden ve kültüründen hareketle üretmemiş, tepkisel ve taklitçi olarak yapabildiği kadarıyla “hizmet” üretmeye başlamıştı. Sosyal, kültürel, iktisadi, eğitim alanlarında yaptığı örgütlenmelerin ve faaliyetlerin kendi amacına ve geleceğine uygun olup olmadığını sorgulamıyordu. Yapılıp edilenlerin tanıtımı“tecdit”, “ıslah” ve “eğitim” düsturlarıyla izah ediliyor, meşruiyet sağlanıyordu.

SONUÇ YERİNE
Kısa bir tarih yolculuğundan bu güne geldiğimizde,dergimizin bu sayısında hissemize düşen konu başlığı itibarıyla “Derd-i Sahih” e dair ne söyleyebiliriz?

Modernleşme süreci boyunca yenilenen siyaseti, değiştirilen toplumsal yapıyı Halife sultanlar, modernleşen ordu, mülkiye ve tıbbiye kadrosubirlikte yaptılar. Başlangıçta işler İslam dairesi içinde yapılıyor “sanıldığı” için ilmiye sınıfı sessiz kaldı, sonra da devreden çıkartıldı. İşlerin başka türlü sonuçlar ürettiği anlaşıldığındaysa devlet fikri değişmediği için olsa gerek bu sefer de tutunma ve korunma hesabına dönüldü.

Modern Türkiye’de Müslümanların bir ümmet toplumu olarak varlık alanına çıkmasını beklemek tarihle yüzleşmenin, modern değerlerle hesaplaşmanın yapılmış olmasıyla alakalıdır. Bunlar yapılırken referans çerçevesinin doğru tespit edilmesi en temel mesele olarak orada durmaktadır.

İman edenler irade, rızık, güvenlik ve gelecek bakımından kendini Allah’a bağlamış dolayısıyla diğer bağlardan kendilerini kopartmış olan insan tipleridir. O halde meşruiyetini ve niteliğini vahiyden almayan devlet, parti, ulus, şirket, dernek, lider, servet, ordu gibi üstünlük araçları sayılan güçlere bakışımız ve bunlarla kurulan ilişkilerimiz gözden geçirilmelidir.

Bizim çağımız Kant’ın üzerinden değerlendirebileceğimiz şu temel değerler sistemi üzerine kurgulanmış bir hayat tarzına geçit vermektedir. “Her din/ideoloji hakikatten bir parçayı temsil eder ama onlardan hiç biri hakikatin bütününü ben temsil ederim gibi bir yetkiye sahip olmamalıdır.” Hakikati tek başına temsil etme iddiasından,hayatı bütünsel olarak düzenleyen siyasi iradesinden vazgeçen ve hukuki planda diğerleriyle eşitliği kabul eden her din, inanç, etnik ve kültür, kendisine açılan özgürlük alanında serbestçe yaşama ve haklarını kullanma imkanına kavuşur.

İnsan denen varlık ruhban, kutsal kitap, devlet, toplum, kamusal yarar, ahlak gibi üst değerlerin ya da bütünsel ilkelerin baskısından ve yönlendirmesinden kurtulmalı, kimseye hesap vermeden serbestçe tercihini yapabilen özgür birey olmalıdır.

Diğer dinler, ideolojiler ve kültürler böylesi tanımı ve sınırlandırmayı kabul edebilir, bu tür insan tipini meşrulaştırabilir zira modern dönem boyunca ya baştan ya da süreçte ontolojik olarak değiştiler. Müslümanlar modern dönem boyunca istenilen şekilde toplumsal bir varlık olarak ortaya çıkamasa, işlerini tevhidi değerlere göre çözmeyi beceremese dekendisini izafe ettiği değişmeyen ve korunan bir kaynağa sahip oldukları için potansiyel olarak farklılıklarını koruyorlar.

Türkiye’de kentsel dönüşümle varılacak yerin modernleşmede finali temsil edeceğini, bununla Müslümanların yapı sökümüne uğratılacağını söyleyebiliriz. Zira dünya sisteminden aldıkları payın dinlerinden verdikleriyle orantılı olduğunu fark edemedikleri gözleniyor. O halde günümüz ve gelecek için neler söylenebilir?

İman etmek şüphelerden, şirkten, küfürden ve kötü huylardan arınmaktır. Arınmak öncelikle değerler bazında sonra da toplumsal bazda cahiliyeden kopmak, kendi cemaatini kurmaktır. Bunun olmazsa olmazı iktisadi işleri kendi içinde çözerek bağımsızlığı sağlamaktır. Bu cemaat hem kendi içinde hem de diğerleriyle kuracağı ilişkilerinde Allah’ın hükümlerini üstün tutacaktır. Bu niyet ve girişimin diğer aşamaları arkasından getirir. Müminler aciz, çaresiz ve yalnız da değildir.

Allah’dan gelenleri doğrulamak, sünneti ihya etmek, dinde eksiltme yapmamak ve dini Allah’a has kılmak imanın esaslarındandır. Dünya hayatında imtihan gereği “insanları tek bir ümmet olarak yaratmadım” buyuran Allah’ın sözü haktır. Bu imtihanı kazanmak için insanlar arasından Allah’ı veli kılarak ayrışmak da haktır. O halde ataların düştüğü hataya düşmemeli!

huseyinalan35@hotmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir