Türk’e Tapmak

Yazıyı Paylaş

Kitap Kritik:
Türk’e Tapmak – Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm – Onur Atalay

İki dünya savaşı arasındaki süreçteki, yönetimleri siyasi kutsiyet zeminine oturtarak açıklamaya çalışan yazar, henüz ön sözde “…Kemalizm dar manasıyla bugün artık miadını doldurmuş bir ideolojidir.” cümlesiyle okurun ilgisini çekiyor. Modern dönemin düşünce yapısını ifade de “Dogmalardan arındırılmış akılcılık” tanımlarının da aslında “din” vasfı kazandığına, dolayısıyla dine karşı dinleşen anlayışların savaşına şahit olunduğu değerlendirmesi farklı cenahtan tanıdık tespitler olarak not edilmeli.

Birinci dünya savaşında aldığımız yenilgi ve Osmanlı Devleti, Almanya, Rusya ve İtalya arasındaki ortaklıklara değinen yazar, modern dönemin yönetimler ve devlet anlayışının değişimini ele alıyor. Lider kültü üzerinden, radikal ideolojilerin modern dönemin dine mesafeli oluşu iddiasına rağmen yönetimleri ilahlaştırması kitabın eksenini oluşturuyor. Ancak yazar bu açıklamaya girişmeden önce, Batı’da siyasetin kutsallaşması sürecini, açıklıyor. Fransız Devrimi ile başlayan dönemde din karşıtlığına rağmen dini özelliklerle kendini meşrulaştıran yönetimler oluşturduğu ve Türkiye örneğinde “Kemalizm” bu eksende değerlendiriliyor.

Lenin’in, Hitler’in, Mussolini’nin ve sonrasında Stalin’in, ideolojilerini dini bir kutsama ve bağlanış, kendini adayış içerdiğine dikkat çeken yazar, karşılıklı etkileşim olup olmadığını da ele almış. Müslümanlığın moderniteyi değerlendirmede, onun yönetimi kutsallaştıran yönünü analizde yetersiz kaldığı dönemde Onur Atalay’ın tespitleri dikkat çekicidir. Modern dönemde Müslümanlık uğradığı saldırı karşısında doğru savunma hatları kurabilmiş midir? Yoksa Moderniteden etkilenerek kendi müdafaa hatlarını karşıtına benzeyerek mi oluşturmuştur?

Modern dönemde Müslümanlığın siyasi ufku ve değerlendirme sistematiğinin yönetim yorumlarına “Türk’e Tapmak” olumlu katkı yapacaktır. Okuyucuya yakın geçmişte Avrupa’da ve özelde memleketimizde neler olduğu konusunda ufuk açıcı başlıklar sunan kitaptan birkaç paragraf örneklemeyle tanıtımımızı sonlandıralım:

“ Aydınlanma ilerledikçe, Voltaire’in aklın zaferi ile müjdelediği insanoğlu, ilginç bir biçimde “kutsal”la arasına mesafe koymayı reddetmekte, ama “kutsal”ı da geleneksel formlarında kabul etmekten sakınmaktadır. Yani dünyanın büyüsü bozulmamakta, dünya tekrar büyüye bürünmektedir (reenchantment) . Bu süreçte Aydınlanma, dinin aşkın yönlerini transfer etmek hususunda hiç de çekingen davranmaz. Dönem boyunca, “insanlık haline içkin mit üretici ruh son derece canlıdır ve 18. yüzyıl, sadece delil ölçütünü ve tapınma yönünü değiştirmesi anlamında aydınlanmıştır. Aydınlanma, eski dinin yerini boşaltmış, ama boşalan yerin yeni baskı modelleri ile “sözde dinlerle” dolmasının önüne geçememiştir. Bu sözde dinlerin kurucu kategorilerini incelemek ve büyülenmelerini açıklamak için en iyi seçenekler akıl, bilim, insan, ilerleme ve doğa olarak öne çıkar. Bu dönemde akıl, Tanrı’yı ve dini anlamlandırmada giderek ön plana çıkar ve sonrasında kendisi de dinselleşir. Artık “birçok düşünür için Tanrı, Yüce Varlık, aklın nihai noktada toplanması olarak” kabul edilir olmuştur. Aklın dönem sonunda kazandığı prestij ve kutsiyet öyle bir noktaya varır ki, ateistler bile ileride göreceğimiz üzere, bir “Akıl Dini”ne hayat verme ihtiyacı hissederler.” (Türke tapmak s. 19)

………………….

“ Bunların yanı sıra, büyünün bozulması ve yeniden büyülenme süreçleri, siyasi alanda da kendini hissettirir. Bu yeni siyasi kutsallığın taşıyıcıları da, bu dönem boyunca modern anlamlarına kavuşurlar. Dönemin sonlarında, “kamusal söylem tarafından üretilen genel irade, karşı konulmaz bir aşkın siyasi referans mevkii almakla, Tanrı’nın kelamının yerine” geçer.  “genel irade”nin ifade ettiği mana, geçmiş dönemde “Kilise” ve “monarşi”nin taşıdığı kutsiyetin toplamıdır.

Yine Aydınlanma boyunca kralın büyüsü tamamen bozulurken, ona mukabil vatan ve millet kavramları etrafında yeni bir kutsal alan tesis edilir. Bu devir teslimin bir yönünü, hanedanın yerini alan bir kutsallık kaynağı olarak devlette görmek mümkündür. Uğruna ölünenin hanedan değil de “devlet” olduğu anlayışı, devletin ulusallaşması sürecinin yaşandığı 1700-1850 arasında tam anlamıyla teşekkül edecektir; çünkü bu tarihten itibaren artık savaşlar hanedan çıkarları adına değil, ulusal çıkarlar adına yapılmaya başlayacaktır. Bu sürecin sonunda hükümdarın kendisi artık “devletin baş hizmetkârı” olarak tasavvur edilmeye başlayacaktır.” (Türk’e Tapmak s. 22)

…………………..

“ Fransa’da 1791’de dini özgürlükler, ertesi yıl boşanma hakkı tanınır, evlilik laikleştirilir. Kamusal alanda dini seremoniler ve gösteriler yasaklanır. Hatta 1791 Anayasası’yla İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi”, bir milli ilmihal halini alır ve ona iman edilmesi emredilir. Anayasa’yı kabul eden Meclis, “Bütün komünlerde, anavatana bir kurban taşı dikilmesini ve üzerine de Haklar Beyannamesi’nin ve ‘Vatandaş vatan için doğar, vatan için yaşar ve vatan için ölür’ yazısının kazınmasını” emreder. Artık askerlerin mezar taşına “Mort pour la patrie” (Vatan uğruna öldü) yazılmaktadır. 1792’de Yasama Meclisi’nden, “dini giysilerin yasaklanması” kararı çıkar. Aynı yıl yine Yasama Meclisi’ne sunulan “Ajitatörlerin Dilekçesi”nde ise şöyle denilecektir: “Vatan imajı, tapılmasına müsaade edilen tek ilahtır…” (Türk’e Tapmak s. 24)

b.izmirli@tashih.com.tr

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir