Mülk Devlet ve Değişim

Yazıyı Paylaş

Mülk deyince, menkul ve gayri menkul maddi varlıklar, çalışarak yahut miras ve rant yoluyla elde edilen edinimler akla gelir hemen. Kölelik çağında kölenin vücudu dolayısıyla zihni ve nesli de mülkten sayılırdı. Kapitalist uygarlıkta mülkiyet tanımı daha da genişledi, üretim sürecinde kullanılan maddi unsurlar yanında fikri unsurlarda mülkten sayıldı. Özgürlük tanımıyla ‘vücut’ başta olmak üzere maddi üretim dışında kalan ‘fikri eserler’ de mülkiyet kapsamına girdi. Bu bağlamda ‘telif hakkı’, ‘lisans’, ‘marka’ gibi “değerler” ve “ürünler” de tescili yoluyla mülkiyet konusu oldu.

Mülk, özel ve kamu olmak üzere iki temel kategoriye ayrılsa da İslam hukukunda devlet mülkü ile kamu mülkü birbirinden ayrılmıştır.

Mülkiyete konu nesne her neyse onun üzerindeki tasarruf yetkisi, yasalarda sınırlanan kamu aleyhine, toplumsal ahlaka, imar mevzuatına aykırılık gibi tahditler dışında sahibine aittir; dilediğince tasarruf yetkisi vardır. Mülkiyet hakkı, mülk sayılan her şeyin tasarruf yetkisinin sahibine ait olmasını ifade eder.

Bu hak kullanımını sadece devlet ya da kurumları, kamu yararı gördüğü hallerde ‘zor alım’ dedikleri ‘istimlak’ imtiyazı ile delebiliyor. Bunu engelleme hakkınız olmuyor ama bedelini ödüyorlar. Uygulamada daha çok park bahçe, okul, camii, yol, köprü, baraj, sokak, cadde gibi ortak kullanıma uygun yerler söz konusu olduğunda kullanılıyor.

Bunun yanında devlet, kendisine siyaseten muhalif olanların mülklerini müsadere edebiliyor..

Modern devlet hukukunda, toprak üstünde yapılı her tür inşanın/binaların zemin üstünde olan kısmını yurttaşın kullanım hakkı olarak ‘tapuda’ özel mülk statüsünde tescili yapılırken, zeminin/toprağın altı devletin mülkü sayılıyor. Madenler, sular, fosil yakıtlar vs her türlü yer altı kaynakları bu sınıfa giriyor. İlaveten seferberlik ve savaş hallerinde devlet, tüm özel mülkiyetlere el koyabiliyor. Daha yakında Türkiye’de karayollarında seyreden motorlu motorsuz taşıt araçları sahibine verilen trafik araç ruhsatına kaydı yapılırken bu husus belirtilirdi, şimdilerde devlette kalan sicile kaydı yeterli görülüyor.

Ulus devletlerde, devletin hükümran olduğu sınırlarda, tanımını kendi yaptığı ama modern tekli eğitim sistemiyle yarattığı kendi ulusu, nasıl onun vatandaşı/yurttaşı/kulu idiyse, orada mevcut maddi mali varlıkların da tek sahibi durumundadır.

Devlet Tipleri

Modern çağda çoğu özellikleriyle devlet türlerinde bir benzerlik olsa da, bu çağa gelinene kadar siyasi toplumsal kültür farkları nedeniyle Batılı ve Doğulu olmak üzere iki tür devlet yapısı ve geleneği oldu.

Batı’da devlet, kendisi bir mülk olarak, başından beri var olan toplumsal sınıflardan (serf-senyör, köle-efendi, köylü-aristokrat, işçi-patron, emek-sermaye, yönetilen-yöneten) birinin, adı konacak olursa ikincilerin mülkü ilken, modern çağda bu sınıflar arasında arabulucu olarak değişim gösterdi. Aydınlanma çağı sonrası baş gösteren iç savaşlardan sonra devlet, bir denge unsuru olarak yeniden yapılandı.

Bu değişim ve yeniden yapılanma sürecinde devletin bu türlüsünü kuran sınıf olarak burjuva, kendini, mülkünü ve parasını/bankasını garanti altına alacağı anayasal teminattan sonra parlamenter meclis dediğimiz sistemi, temsile dayalı seçimli demokrasiyi ve sosyal sözleşme kuramını gerçekleştirdi. Dolayısıyla her türlü iktidardan aslan payını kendine ayırdı. Kralın orduları devletin ordusu olunca düzen yerli yerine oturdu..

Tarihsel aşama, kapitalist nitelikli, mülükiyet temelli, endüstriyel toplumsal aşamaya geçtiğinde, geçmişin kölesi/köylüsü/esnafı vs işçi sınıfına dönüştü. Bunlar, örgütlenip güçlendiklerinde, sendikalaşıp toplu grev yaptıklarında daha fazla hak istediler. Dönemsel olarak ciddi çatışmalar yaşandı. Sermaye, zayıf düştüğünde tavizler verdi, güçlendiğinde verdiklerini geri aldı. Sosyal devlet dediğimiz aşama bundan sonra gelişti.

Post-modern çağdaysa kapitalizm aşama kaydetti, örgütlü tüm yapıları tasfiye etti. Aile, cemaat, sivil toplum gibi devletle halk arasındaki aracı kurumlar çözüldü, kadını erkeği fark etmeden özgürleşerek bireyleşen, korumasız tek başına kalan insan, doğrudan devletin muhatabı oldu, direktifi altına girdi. Ekonomide gelir getirici kaynaklar ve yatırımlar özel sektöre devredildiğinde taşeron firma sistemi denen uygulama bu dönemde devreye girdi, sosyal yük devlete yıkıldı.

Bizde bu geçiş 12 Eylül’le başladı, cunta iradesiyle 24 ocak kararları alındı, Özal’la yasal ve toplumsal boşluklar doldurulmaya başladı, ara ara kesintiye uğrasa da Erdoğan’la nihayete erdi..

Doğuda devlet yapısı, batıdaki gibi olmadı. Buralarda, mülkiyet temelli sosyal sınıfsal yapı olmadı. O sebeple güçlü bir aile, aşiret, zor gücüyle devlete ‘el koydu.’ Diğerleri itaat ettiler. İktidarı eline geçiren aile/soy ile, iktidardan pay verilmeyen diğer güçlü aileler arasında çatışmalar çıktı. Ayaklanmalar, isyanlar sırf bu sebeple, onlar değil biz devlet olalım maksadıyla yapıldı.

İktidarı ele geçiren bazı ailelerden, siyasi muhalifleriyle iktidarı paylaşanlar oldu, uzlaşımalar gerçekleşti. Bu işi becerenler uzun uzun süre yaşadılar. Paylaşımda iktidarı kendileriyle sınırlayanlar kısa sürelerde yıkılıp gittiler..

İslam’da devlet, kuruluş, nitelik ve meşruiyet bakımından Batı ve Doğu geleneğinden farklı bir iktidar/devlet yapısı söz konusu olsa da, tarihsel tecrübede Emeviler devrinde ortaya çıkan Ümeyye Oğulları-Ehli Beyt sülalesi, Abbasiler devrinde ortaya çıkan Abbas Oğulları-Ali Oğulları şeklindeki siyasi çatışmalar, siyasi bakımdan doğu geleneğini andırır.

Bu bahiste yaptığımız bu yorumu doğru anlamak icap eder. Elbette iktidarda olan sülale olsun, iktidara muhalefet eden sülale olsun, kendilerini haklı göstermek için İslam’dan meşruiyet aradılar. Haklıydılar haksızdılar, bu ayrı bir mevzuudur. Fakat işin esası, yönetimin hangi sülalenin elinde olması gerektiği hususu gözden kaçırılmamalıdır.

Fatımilerde, Ehli beyt soyu; Selçuklularda, Oğuz boyundan Kınık soyu; Memlüklülerde, Oğuz boyundan Kıpçak soyu; Osmanlılarda, Oğuz boyundan Kayı boyu; İlhanlılarda ve Babürlülerde Cengiz soyu.. söylediklerimizi teyit eder..

İslami ‘Devlete’ Gelince

Devlet, eni sonu hükümranlığı ifade eder. Hükmedilen insanlar üzerinden, hükme konu sınırlarda bir mülkiyete, mülkiyet hakkına tekabül eder.

İslam’da bu mülk, bir soya, bir boya ait ‘hak’ değildir. Varlık gerekçesi, hükümran olduğu alanlarda yaşayan Müslim gayri Müslim insanların dünya işlerini, toplumsal münasebetlerini İslam’a göre düzenlemektir. Dini/şeriatı korumak ve yaymak asli vazifesi olup, bu temelde oluşan kurucu unsur olarak Müslüman ümmetin varlığını ve bekasını muhafaza etmektir. Adaletle ayakta durur. Adalet, din temelli şeri hukukun uygulanmasıdır.

Dolayısıyla İslam’da devlet, bir sınıfa, boya, soya has özel bir mülk değildir. Yöneticiler, bu işe ehil olanlar arasından seçilir. Seçim yetkisi, aynı şekilde ehil seçici bir kurula aittir. Bundan sonra halkın onayına sunulur. Seçici kurul aynı zamanda azl yetkisine de sahiptir.. Referans dönemimizdeki uygulama bu şekildedir.

Müslümanların tarihinde, raşit halifelerden sonra başlayıp kabaca 950’ye kadar süren, soya dayalı yönetim biçimi uygulamasında da, “eğitim faaliyetleri; teşrii faaliyetleri; mahkeme sistemleri; silahlanma hakkı”, devlet tekelinde olmadı. Yöneticiler, ilim ehline danışarak ve medreselerde üretilen bilgiye dayanarak siyasi işleri “düzenleme” yetkisini kullandılar. Böylece devleti özel mülk yapacak olanlar, dinden bağımsız ayrı bir güce kavuşamadılar..

Burada bir şeyden daha bahsedip bitirelim..

İlginç Olanı Ne

Modern zamanlara kadar, Batıda sınırlı alanlar ve belirli imtiyazı olanlar dışında özel mülkiyet hakkı yoktu. İnsan dahil her şey kralın, kilisenin yahut aristokratındı. Aydınlanma sonrası seyahat etme, istediği işte çalışma, yaşama gibi diğer hak ve özgürlükler yanında mülkiyet hakkı yahut özgürlüğü de tanındığında, sadece maddi mülkiyeti kast edilmedi. İnsan, keni üstünde otorite kuranlardan özgürlüğünü alırken, kendi vücudunun da mülkiyet hakkına kavuştu. Vücudu üzerinde istediği gibi tasarruf etme özgürlüğünü elde etti.

İşte iffettir, mahremiyettir, zinadır, tesettürden çıkmadır, haram yemedir, nikahsız ilişkidir, cinsiyetsizliktir vs işleri, bu çağın nimetleri, kazanımları, sosyal tarihsel aşamanın ürünleridir.

Fakat bu arada ilginç bir şey de oldu; Devlet, modern çağda yönetme tekelini ele aldığında insanın vücuduna da hakim oldu. Foucault, bunun ne demeye geldiğini çok güzel açıklar.. Postmodern çağda bir adım daha ileri giderek, insanın zihnine de hakim oldu. Bunu, bilgiyi üretim ve aktarımı tekelinde tutarak, hakikatin çokluğu bilgisini etkin kılarak becerdi.

Devlet Derken

Burada ne dediğimizi kısaca açıklamak icap eder. Modern devlet, soyut bir varlıktır. Hükmi bir şahsiyettir. Kurumlarıyla ayakta durur. Dünya görüşüne dayalı bir sistemle meşrulaşır. Temsilcileri eliyle yönetilir.

Temsil; Kilise papazlarının Tanrıyı/İsay’ı temsiline karşılık, demokrasilerde sosyal sözleşme gereği hükümetler ‘halkı’ temsilen devleti yönetirler.. Halk denen, ulusu oluşturan unsurların tanımıyla, ulusa hasredilmiş iktidar yetkisiyle sınırlanır. Seçimler, iktidar yetkisini kullanacak olanların belirlenmesidir. Hangisi olursa olsun yönetim işi, mevcut sisteme uyarak idare etmektir. Devlet, yasama, yürütme ve yargı olarak üçlü iktidarla ayakta kalır..

Modern devletlerin en büyük kozu, aileyi, cemaati parçalamak, kendisiyle halk arasındaki sivil toplum gibi aracı yapıları sistem içinde tutmaktı. Post-modern aşamada, tüm aracı kurumları tasfiye etti, insanı birey yapıp tek başına bıraktı, savunmasız bırakıp kendine mahkum etti.

Nihayet

Mülkiyet, tanım olarak İslam’da başka, diğer ideolojilerde/dinlerde başkadır. İslam’da en temelde mülk, Allah’ındır. Yeryüzünde her ne varsa, tümü insana emanet edilmiş, emrine verilmiştir. Diğerlerinde, sınırsız tasarruf yetkisine sahiptir..

Bir şeyin emanetçisi olmakla mülkiyetinin sahibi olmak çok farklı iki şeydir. Şu halde varlık alemiyle kurulan bütün münasebetlerde ya Allah vardır, Allahlı bir hayat olur. Yahut Allah yoktur, Allahsız bir hayat olur.. Hıristiyan teolojisi, vicdanen rahatsızlık duyan, fıtri itirazını dillendiren insani tavırları, esastan bozarak bu hususta insanı rahatlattı..

Düalizm dediğimiz ikili anlayış bu. Nedir o? Varlık alemi ikiye ayrıldı; fizik alem denen toplumsal hayat, metafizik alem denen toplum dışı hayat. Fizik alemin tasarrufu seküler olana, metafizik alemin tasarrufu ruhbana ait kılındı. Böylece tevhid parçalandı, şirk hükümran edildi. Dünya ile ahiret birbirinden koptu. Dünya işleri krala, imparatora, devlete has oldu. Ahiret işleri de kiliseye has oldu.Bu ikili tasnifte kuralları koymak, yetkili olana ait oldu. Kuralların dayanağı da kendilerine ait oldu.

Laiklik

Genel olarak din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak bilinen laiklik, aslında bu değildir. Bu görünen kısmıdır. Laiklik; düalizmde ikiye ayrılan varlık aleminin, yöneticilerinin, onların kural koyma haklarının ve uygulama yetkilerinin, modern devlette ‘tek elde’ birleşmesidir. Yani devlet, artık, dini de belirleyen, dini de hükümranlık alanına alan, dine de hükmeden bir varlıktır.

Buraya gelişi Batı icat etti, Hıristiyanlık meşruiyet verdi, daha sonra tüm dünyaya yayıldı. Artık Müslümanlar dahil her din sahibi şimdi bu anlayış ve uygulayışın tecrübesini yaşıyor..

Kur’an’cılık

Tek kaynak Kur’an, indirilmiş din gibi sloganlarla ortaya çıkan Kur’an’cı anlayış, tam da bu ‘tekliğin’ içinde, ortamında ortaya çıkan, yaşayabilen, bu şartların ürünü olan bir akımı temsil eder. Nitekim Fethullahçı olarak bilinen akımın son numarasından hemen sonra tüm Kur’an’cılar tek bir ağızla devleti yücelttiler. Bu işi, devlete sızan dini cemaatlerin kontrol altına alınması gerektiği söylemiyle meşrulaştırdılar. Halka ‘öcü’ gösterildi, ikna çabaları yoğunlaştı.

Bu işin geldiği yeri anlamak için laiklik deneni anlamak icap eder. Bu alt yapı bizde olmadığı için Kur’an’cıların ne dediğini, dediklerinin bağlamı ve hedefini anlamıyoruz. Kur’an’cıların hepsinin anladığını da sanmıyorum, yaptıkları hizmetin nereye yaradığını da bilmiyor olabilirler. Fakat birileri muhakkak biliyordur.

Sivil toplum denenlerin tümünün AKP üzerinden nasıl devletçi olduklarını olsun göremeyenlere benim bir diyeceğim yoktur. Mazlum-der ile başlayan “zihinsel sivil reform” hareketi, cümleye hayırlı uğurlu olsun deriz, ne diyelim! Bunları derken geleneği tümüyle savunduğum, kilise taraftarı olduğum anlaşılmıyor her halde..

Hasan El Benna ile Seyyid Kutup arasındaki nitelik farkını kavrayamazsak, bizim için için gelecek olmayacak. Bir süredir Seyyid Kutub’un eleştirel akılla yok sayılmaya ısrarla devam edildiğini, onun uğrunda şehit olduğu telakkinin ve şahitliğin unutturulmak istendiğini, bir yol kazası gibi gösterilip değersizleştirilmeye çalışıldığını hep birlikte gözlüyoruz değil mi? Bu ülkenin Müslümanının aklıyla, diniyle, nesliyle oynandığı bilinmelidir. Anlaşılmalıdır. Dolayısıyla kimin hangi safta olduğu görülebilmelidir.

Din, bir ‘hayat memat’ meselesidir. Şakaya gelmez. Öyle fussilet suresini levhalara döküp asmakla yahut benzer ayetleri sloganlaştırmakla olmuyor..

Ne demek İstedik

Ahvali dünyayı bilmeyen içtihat yapamaz. Yapmaya kalkanları değersizleştirmek yükümlülüktür. Borçtur. Vazifedir. Bu meselede ben yaptım oldu mantığı hükümsüzdür. Asabiyetçilikle, taraftarlıkla da olmaz. Olmamalı. Hesabı var bunun. Vebali var bunun. Elbette avamdan olana değildir sözlerimiz.

Şayet insan zihninin, dile kaynaklık ettiğini, dilin dile getirdiklerinin, toplumdan hareketle, ‘reel gerçeklik’ denen toplumsal şartlar ve münasebetlere yani toplumsal hayata, yaşam biçimine dayandığını, her şeyin ölçüsünün toplum denenle irtibatlı olduğunu, kutsalın, vahyin, dinin, gaybın, gaybi bilginin, Allah tasavvurunun, peygamber telakkisinin, şeriatın, meleklerin, ahiret inancının…bu toplumsal şartlara, vaziyete, münasebetlere göre yeniden okunup değerlendirildiğini, tevil ve tefsir edildiğini, bu işin kelimelerle, dil ile yapıldığını anlamamışsak, bizim şeklen Müslüman (bu da gelenek kaynaklı tesettür, sakal, oruç, namaz, hac, zekat gibi ibadetlerle sınırlı olarak) zihnen kafir olduğumuzu bilmediğimizi gösterir.

Zihin, neye dayanarak düşünür, dile döktüklerinin manası ve maksadı neye işaret eder. Kelimeler hangi manayı taşır. Burada iki şey var ki ya Müslüman eder ya da müşrik. Dil, zihinde olanı söylüyorsa, bunu ses uyumlu kelimelere dökerek söylüyorsa, kelimelere manayı veriyorsa, bu etkinliklerin tümü, ya toplum kaynaklıdır ya da vahiy. İkisinin ortası yok. Esasta yok.

Toplum, tanımı ve tarifi itibarıyla sürekli değişen, evrilen bir varlıksa, zamana, mekana, şartlara göre yenileniyorsa.. Zihin, düşünce, dil, kelimelerin manası ve maksadı.. bu gelişmeye göre değişiyorsa.. Değerin, ölçünün, statünün dayanağı toplumsa.. Olduk kafir demektir..

Yok, toplum dışından gelen, zaman mekan ve şartlardan müstağni, her zamanı mekanı ve şartları kendince örgütleyen bir vahye dayanıyorsa.. Olduk mümin müslim muhsin demektir.. Bu tasnif, neyi esas alacağımız, neye dayanacağımızla irtibatlıdır..

Mümin, Müslim, Muhsin tanımı, insana has, ait değildir. Toplum dayanaklı da değildir. Dışardan yapılır. Dolayısıyla insan ya o kalıplara girer ya da girmez. Fark burada açığa çıkar. Fakat bu fark düşünsel zihinsel ve dilsel olarak değil, bura kaynaklı tavır ve davranışlarda, münasebetlerde tezahür eder.

İman ile ameli ayırmak küfürdür. Amelsiz iman, imansız amel olmaz. Olursa sahih ve salih olmaz. Bu ikisinin arası açıldıkça küfür, şirk gelir dayanır. Bu türlüsü teolojidir, Hıristiyanlıktır. Düşünsel etkinliktir. Dinden bağımsız teoridir, tezdir, hipotezdir.

Ya insana, akla, toplum ve doğa mesnetli ürettiği bilgi bilimine, diline, kelimelerine, kelimelere yüklediği manaya.. güvenecek, evrimi ve değişimi esas alacağız ve düşüncemizi, bilgimizi, halimizi buna uygun olarak düzenleyeceğiz.. Ya da, gaybi olana inanıp iman edecek, buna göre düşüncemizi ve halimizi düzenleyeceğiz.. İkisi arasında bir tercih bizimkisi.

Bunları derken değişimi, terakkiyi, dönüşümü, toplumu dikkate almadığımız anlaşılmıyor herhalde. Değişim olur, doğaldır. Fakat değişim her şey değildir. Belirleyici değildir. Referans değildir. İslam’da sabitler, muhkemler vardır. Bunlar değişmez. Değişimle yenilenmez. Değişime göre uyarlanmaz..

Hz Ömer’e dayandırılan değişimler bu ülkede hiç anlaşılmadı. Anlaşılmakta istenmedi. Burası ayrı bir bahistir. Fakat onun namına referans gösterilenler tevile dayalı batıldır.. Şu halde değişenler, sabitlere göre değerlendirilirler. Sabit yoksa değişim, düşünceden, zihinden, dilden başlayarak her şeyi değiştirir..

Vesselam..

Yazıyı Paylaş

huseyinalan35@hotmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir