Muhafazakâr Kisve

Yazıyı Paylaş

Aşağıdaki yazı 47 yaşında ölen sosyalist akademisyen Ulus Baker’in “muhafazakarlık” üzerine dikkat çekici bir çalışmasını içeriyor. Muhafazakarlık, genel çerçevede geçmişe ve geleneğe ait romantik bir kavram ve korunma duygusu olarak anlaşılıyor olsa da aslında ontolojik olarak modernite ile varlık alanı bulabilmiştir. Ulus Baker, muhafazakarlığın bir düşünce biçimi olarak vücut bulduğu Batı felsefesindeki izlerini takip ederek yeniden tartışılması adına önemli sayılabilecek bir yaklaşım ortaya koymuş. (Tashih)

Önce önümüze bir fikir koyalım ve onu eğip bükerek yolumuzu bulmaya çalışalım: Muhafazakârlığın geçmişe yönelik olduğu, geçmişin ve geleneğin değerlerini muhafaza etmek olduğu fikrini bir kenara bırakarak, aslında tam da şu anın ütopyası olarak değerlendirilebilecek bir bakış tarzı olduğunu bu meseleden çok canları yanmış bir kuşak olan Frankfurt Ekolü ve çevresi yeterince temellendirdiler. Özellikle de Macar sosyolog Karl Mannheim dil sosyolojisinin (sanıldığı gibi yalnızca Erkenntnissziologie’nin yani Bilgi Sosyolojisinin kurucusu değildi Mannheim) temelini oluşturduğunu kabul edebileceğimiz şu soruyu sorduğunda bu temayı yeterince yakalamış görünüyordu: Gazetedeki bir yazıyı önüme aldığımda, bana bu yazı “muhafazakâr“, bu yazı “ilerici” dedirten şey nedir? Bunun bir “dil” olduğunun ayırdına hemen varmamız gerekir. Ancak belli bir bağlamda işlediği ölçüde, dönemin bazı bildik sorunlarına cevap vererek bu “ayırdına varma” işini bazı tutamaklara kavuşturduğu ölçüde… Bu tutamakların somut olgulara ya da tarihsel ana ait olmaları da gerekmediğinden (çok daha genel ve müphem bir hissiyatlar alanından da türeyebilirler) Mannheim’ın açtığı “dil sosyolojisi” alanının günümüzde de ne kadar verimli olabileceğini kavrayabiliriz.

Bu soruyu Türkiye’de ortaya attığımızda bir anda zamanının çok ötesindeki sorguları eserinde kotarmış olan bir Tanpınar’a, bir Peyami Safa’ya bir anda “muhafazakâr” etiketini yapıştırmak zorunda kalırız. Ama buna bakarsanız bir ara (bazılarına göre bu en büyük hatasıydı) uluslararası anarşist hareketin fikir babalığına soyunan Lev Tolstoy’u da öyle değerlendirmeniz gerekir.

Ama bir soru: Statüko nedir? Günümüzün süratine erişmiş bir dünyada statüko adını verebileceğimiz, tutunmak için demir atabileceğimiz bir durum var mıdır? Aksine modern dünyadaki haliyle bir muhafazakâr, geçmişin değerlerini korumayı üstlenen biri değil, aksine şu anda kendisinin sahip olduğu, içinde yaşadığı değerleri gelecek kuşaklara dayatan biridir. Oğullarının ve kızlarının kendi bildiği değerlere göre yaşamalarını isteyen birinin halidir muhafazakârlık. Bu açıdan statüko geçmişin akideleştiği bir değerler manzumesi olmaktan çok geleceğin “yenilik” ve “başkalık” tehlikelerine kendini oranlayarak korumaya çalışan, çoğu zaman bölük pörçük bir değerler çizgisidir. Muhafazakârlığın geçmişten değil gelecek korkusundan kaynaklandığını Horkheimer ile Walter Benjamin, tarihsel maddecilik sorgulamalarında oldukça can yakıcı bir şekilde formüle etmişlerdi. Peki nedir bu “gelecek” korkusu? İlla ki “yaklaştığı hissedilen” bir devrimin ya da başka bir şeyin, mesela dünyadaki hayatın imajının topyekûn değişmesinin gelişi değil. Çoğu zaman çok daha müphem ve kaynakları kolay kolay belirlenemez bir durum da olabiliyor bu: Mesela bunun bir gelecek konusunda tedirginlik olmadığını, ama yine de geleceğin, ancak tarih tarafından ispatlanabilir bir tehdidi olduğunu da söyleyebiliriz. Başka bir deyişle bir muhafazakâr geleceğinden endişe duyan biri değildir, ama yine de gelecek, “bir olanak”, “bir başkalık” olarak onun üzerinde ağırlığını hep hissettirir.

“Yeni” karşısında şaşırma, yeninin nasıl mümkün olduğunun sorulması -özellikle Tarde ile Bergson- bildiğim kadarıyla Tanpınar üzerinde doğrudan etki bırakmıştı. Tabii ki bu sorunun bir muhafazakârlık kisvesince sarılıp sarmalandığını söyleyemeyiz. “Yeninin ne olduğu” ve “nasıl mümkün olduğu” soruları hiç kuşkusuz en çok “yenilikçiyi”, “devrimciyi”, “reformcuyu”, “ilericiyi” ilgilendirirler -tabii ki her birini farklı nüanslarla ve başka başka tarzlarda. Bu tür toplumsal tipler de karşılarına tek bir “muhazakârlığı” alıyor değildirler. Yenilikçi ya da devrimci karşısında muhafazakâr pekâlâ kurumlaşmış değerlere ve statükolara sahipken, reformcu, Michel Foucault’nun bir ara işaret ettiği gibi, pekâlâ belli bir statünün, mesela devlet yapısının ya da klasik kurumların daha da güçlendirilmesi amacını taşıyabilir. Bu ise reformcuyu çok özel türden bir muhafazakâr kılacaktır. Mannheim’ın “ütopyacı” ile özdeşleştirdiği “ilerici” ise pekâlâ eskil ütopik modellerin bir esiri, hatta çoğu zaman günümüze soluk bir yansıması olabilir. Her durumda “ütopya” gerçeklik kazandıkça söner ve katılaşıp kalır. En yoğun halinde ütopyaların gerçekleştiği çağı 19. yüzyıl olarak tespit edebiliriz: Napolyoncu kurumların (hukuki, askerî, disipliner, tıbbî), giderek sosyalizmin ve sendikal hareketlerin kazanımlarının kenetlendiği tarihsel-hegemonik bir blok… Burada zor görülebilecek şey ütopyanın gerçekleştikçe ütopik niteliğini kaybettiğidir. Bu durumda Ernst Bloch’un Marx’ın ütopik sosyalistlere yönelttiği eleştiri konusunda söylediklerinin üzerinde durmak gerekir: Marx ütopyacı sosyalistleri “ütopyacı” oldukları için değil, “adam gibi ütopyacı” olmadıkları için eleştiriyordu – akıllarında oluşturdukları kurgular gerçekliğe çarparak birer birer düştükçe bundan “sosyalizm” kaybedecekti.

Yeninin imkânı, muhafazakâr kisvenin bir esası varsa esas sorgulama hedefidir. Geleceğe devredilecek bir “yurt ve değerler” alaşımından ibaret olmadığı gibi, Jungkonservatismus hareketinde mayalanan ve Nazilerle birlikte hem yürürlük–ten kaldırılıp hem de cehennemî uç noktasına eriştirilen bir muhafazakârlık tipinin sultası altındaymış gibi düşünülmemesi de gerekir. Bu esas muhafazakârı “ilerici” ile bir araya getiren bu temel sorunun, “yeni nasıl mümkün olabilir?” sorusunun bir yönüdür, bir veçhesidir.

Jungkonservatismus’un sert muhafazakârlığının bir bakıma bir aktivizm olması onu “yeninin imkânı” sorusundan uzaklaştıran nedenlerden biri olarak gösterilebilir: Önde gelen temsilcisi (belki de kurucusu) Moeller Van Den Bruck bu hareketi oldukça erken bir dönemde Alman sağının içinde tanımlamış olsa bile, özellikle Jean-Pierre Faye’ın Alman muhafazakâr lisanı üstüne çok kapsamlı araştırması Languages Totalitaires’de (Totaliter Diller) vurguladığı gibi muhafazakâr dil çoğu zaman en sosyalizan, marksizan ve “solcu” dillerin içinde yavaş yavaş mayalanıp duran bir “kayma” ile oluşmuştu: Jungkonservatismus, yani “Genç-Muhafazakârlık” -ve bakın şu işe ki “genç ile muhafazakârı” olsa olsa ancak bir dilde bir araya getirebilirdiniz. Aynı şekilde ve giderek Ernst Niekisch’in National Bolschewismus’u (Millî Bolşe-vizm)- orada da esas itibariyle 19. yüzyıl sonlarının ve savaş yıllarının par excel-lence “enternasyonalist” bir hareketi “millî” sıfatıyla birlikte kendi kendiyle çelişkiye düşmeye çağrılıyordu. Ve sonuçta “Muhafazakâr Devrim” -yani NSDAP’ın, giderek Hitler’in dili- bu ise muhafazakâr dilin yükselişi boyunca herhalde absürd görünen bir formüle ulaşmanın “zorunluluğunun” bir sonucu olmalıydı. Sorun “sol” bir söylemin bu tür “eklemelerle” ve sıfatlandırmalarla sağın diline dönüşmesi olmadığı gibi, sağın solun söylemlerini bir “mülk edinişi”, bir Ereignis de değildir. Çok ilginç bir noktada eski-yeni probleminin Alman sağının tarihinde beliriş anekdotlarından birisi göze çarpıyor: Sözgelimi ilk anti-semitik hareketlerden olan Wandervogel (Göçmen Kuş) hareketinin aynı adı taşıyan dergisi, yasaklandıktan yirmi yıl sonra yeniden yayımlanmaya 1923 yılında başladığında Eski Wandervogel adıyla çıkmıştı. Sol bir kültür içinde bir dergi yeniden yayımlandığında adet olduğu üzere “Yeni” sıfatıyla lanse edilir.

YERİNDEN OYNATILMAZLIK

Faşizmin dili konusunda Bergson’un bir sezgisi: Statik dinsellik dinamik (Bergson’a göre “gerçek”) dinsellik karşısında yükseldiğinde Hitler ve çevresinin Üçüncü Reich’ın binlerce yıl, kıyamete kadar yerinden kımıldatılamayacağı fikrinin belirişi. Nazilerin bu yerinden-kımıldatılamazlık idealine yürekten inanmış olduklarına hiç şüphe yok. Nürnberg sanıkları yenilgiye rağmen buna hâlâ inanır görünürken Hitler’in Stalingrad üstüne ünlü telgrafını bu söylemle yan yana koymak gerekir: “Savaş kaybedildiyse millet yok olsun…” Muhafazakârlığın bu “yerinden-oynatılamazlık” tutkusunun zaten Alman idealist felsefe gelenekleri içinde, özellikle Hegel’in Hukuk Felsefesi’nde daha dingin ve aklın diliyle daha kolay meşrulaştırılan bir geçmişi, belki de bir temeli vardır. Völkisch (ırkçı) dilin geçmişinde de daha masum görünen bir Romantik kültür talebi: Herder, Grimm, Humboldt ve dil aracılığıyla bir ülke yaratmanın, onu bir devlete kavuşturmanın retoriği… Temel inanç şudur: yerinden oynatılamaz bir öz, hep saklanır ve korunur, olsa olsa unutulur (Heidegger). Tam aksine geçmişi silip geleceğe açılma retoriğinin Almanlardan çok daha özgün bir örneğini Doğu’dan “yükselen seslerden” birinden, Mustafa Kemal’in 1923’te “iktisat” üstüne bir konuşmasından aktarırsak, muhafazakâr dilin eklemlerinden veya belki de tutamaklarından birini daha tartışmaya açmış oluruz: “…Efendiler, görülüyor ki bu kadar kesin ve yüksek bir za ferden sonra bile, bizi barışa kavuşmaktan engelleyen nedenler, doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir, ekonomik düşüncelerdir. Çünkü bu devlet, bu millet, ekonomik egemenliğini sağlarsa, o kadar güçlü bir temel üzerinde yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacaktır ki, artık onu yerinden oynatmak mümkün olamayacaktır. İşte düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarımızın bir türlü rıza gösteremedikleri, onaylayamadıkları budur!..” (17 Mart 1923).

Bu noktada muhafazakârlığın retoriği ulusal bir ekonominin aksiyomlarına terk edilebiliyordu. Biraz kafa karışıklığını göze alarak şunu da söyleyebiliriz: Liberalizmin ta kökeninde, Foucault’nun göstermiş olduğu gibi “daha küçük, ama o ölçüde daha etkili hükümet etme” gereksinimden asla bağımsız olmadığı fikrini önplana çıkarmayanlar, günümüz Kemalist retoriğinin önde gelen temsilcilerinden Attilâ İlhan’ın, Mustafa Kemal’in “iktisat” üstüne bu görüşlerine binaen düştüğü kafa karışıklığına, tam da Türk liberalizminin acaba neden hep muhafazakâr bir kisvede karşımıza çıktığına anlam verememe haline benzer bir duruma düşmekten kaçınamazlar: “Hüseyin Rauf Bey’in Terakkiperver Fırkası da liberaldi; Ali Fethi Bey’in Serbest Fırkası da liberaldi; Demokrat Parti de liberaldir, Millet Partisi de liberal; onları izleyen, Adalet Partisi de, Doğru Yol Partisi de liberaldir; yalnız bu partilerin, Türkiye Cumhuriye-ti’ne mahsus, bir özelliği dikkati çekiyor; bayağı muhafazakâr görünüyorlar, oysa Batı’da liberallik aslında muhafazakârlığa karşı idi; galiba bizdeki muhafazakârlık, açıkça ifade edilmeyen -yoksa edilemeyen mi?- bir anti-Kemalistliğin örtülü ifade edilişi!” Oysa iyi bir bakış açısı (soğuk ve betimleyici olmak şartıyla) böyle bir argümanın “tersinir” yönünü de görmeye çabalar ve liberalizmin yerinden kımıldatılamayacak asgari bir devlete her zaman ihtiyaç duyacağını, bu bakımdan her liberalizmin ciddi bir muhafazakârlık dozu taşımak zorunda olduğunu görmeyi sağlayabilirdi.

AİLE DEĞERLERİ: TOPLUMSAL TİP OLARAK MUHAFAZAKÂR

Nietzsche “değerlerin değerinin” ne olduğunu sorduğu andan itibaren modernliğin alanlarından birisi daha belirginlik kazanmış gibidir. Değer sorusunu kapitalizm (ve liberal kaynaklı ekonomi-politik) mutlak ve işlevsel bir “ölçülebilirlikler” alanına göndermektedir. Buna göre insan meşakkatinin ve sıkıntısının bile ölçülmesi mümkündür ve bunlar ücretlendirilerek “ödüllendirilen” hallerimizdir. Ücretlendirildiği andan itibaren bu meşakkat ve sıkıntıya, giderek boğuntuya “emek” adının verilmiş olduğunu da söyleyebiliriz. Muhafazakârlık kendini yakın tarihi içinde sürekli bir “değerlere bağlılık” problemi içinde hissettiği ve “değerlerin değerlendirilmesini” amaçladığını söyleyip durduğu ölçüde burjuva ideolojilerinin içinde yıkanan bir tutumlar bileşkesi olmayı sürdürür. Burada artık değerler anlam kaymasına uğrayarak statükolar, korunması gereken bir mülk, bir tutum, para, pul, semboller, neticede her şey olabilir. O halde Nietzsche’nin çok rahat bir şekilde gözlemlediği gibi, burjuva kültür dünyasında değerlerin bir içeriği yoktur artık, içeriğinin de zaten dol-durulmaması gerekir ki herhangi bir yeni değer aşınmış olan “değer nesnelerinin” yerine geçirilebilsin. Artık inanç bile bir Tanrı’ya inanç değil “inanca inanç” diyebileceğimiz boş bir kalıptır. Böylece muhafazakâr boşluğa inancını korumayı hedefleyen bir toplumsal tiptir.

Protestanlıkla (Weber’in kullandığı anlamda) buluşuyor olmasının şaşırtıcı gelmemesi gerekir. Boşluğun doldurulmasının asla zorunlu olmadığı ilkesi ise belki de modern hayatın çoğu boyutunu tanımlayan temel ve merkezî bir tema olarak Alman idealist-muhafazakâr dü şüncesinin içinde yuvalanmış haldeydi. Bu çizgi tersine çevrilerek “negatif” bir diyalektiğe dönüştürüldüğünde genel olarak muhafazakârlık üzerine Adorno’nun Alman örneğinden türeterek Amerika’ya uyguladığı “otoriter kişilik” ve “otoriter aile” temalarını bulabiliyoruz. Lazarsfeld’in önderliği altında yapılan araştırma belki de Heidegger’in bir formülüne, “Amerikancılığın bir Avrupa hastalığı” olduğunu söyleyen formüle bir cevap olarak otoriter nitelikli faşizmin bizzat Amerikan cemaatçi toplumlarında, özellikle de ailede yuvalandığına işaret ediyordu. Irk, Kan ve Toprak temalarının “demokratik-liberal” bir toplumda -özellikle de toplumsallığın ilk halkası olarak ailede- nasıl içkin bir düzlemde bulunabileceğini hemen Büyük Savaş’ın ardından oldukça yetkinleştirilmiş verilerle ve düşüncelerle birlikte sunan Adorno “otantiklik jargonunun” ötesinde sorunun “evrenselliğini” ciddi ölçüde sorgulayan ilk kişi olmuş gibidir. Bizzat kendi bakış tarzları çoğu karşıtı ve eleştiricisi tarafından “muhafazakârlıkla” suçlanan Adorno’nun bu “coup de force”u burada tartışmayı umduğumuz mesele konusunda oldukça önemli çünkü “tersyüz edilmiş” bir değerler sisteminin somut odak noktalarının sosyolojik tespitini önemli bir ölçüde geliştirmiş görünüyor.

Gerçekten de sosyal bilimlerin doğuşu 19. yüzyılda bir “muhafaza-ilerleme” ekseni etrafındaki toplumsal tipler dağılımına dayanmıştı. Simmel’in eserinde belki bunları belli bir eksiksizlik halinde bir “galeri”nin üyeleri olarak bulabiliyorduk. Ancak sosyolojinin disiplinleşmesi süreciyle, bu toplumsal tipler dağılımının yerleşiklik kazandığına tanık olacaktık. Muhafazakârlık en genelinde, “eski”ye, “cemaate”, hatta ancien regime’e gönderen bir karşı-devrimci reaksiyondan sosyal bilimleri türeten hareket olmuştu. Muhafazakâr ise bu karşı-değerleri bünyesinde ya da eserinde taşıyan kişilik olmalı.

Kaynak: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, cilt 5: Muhafazakârlık, editör: Ahmet Çiğdem

u.baker@tashih.com.tr

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir