Bizim Büyük Mecburiyetlerimiz

Yazıyı Paylaş

Modern insanın hayatla kurduğu ilişkiyi belkide en iyi özetleyen kelimelerden biri mecburiyet. Sadece yaşamını sürdürmeye dair zorunlulukları değil çepeçevre kuşatılmışlığı da yine aynı kelime tanımlıyor.

Hepimizin hayatında giderek artan sayıda mecburiyetler var. Duygular ve gerçekler, çıkarlar ve adalet arasına sıkışıp kalmış benliğimizi sürekli programlamaya çalışan mecburiyetlerin bir çoğu aslında gerçek değil. Çoğu kez mecburiyetlere boyun eğmek bir uyum duygusu ile rahatlamaya neden oluyor . Mecburiyetlerin “ilk kez” sınırlarını aştığımızda yaşadığımız vicdan azabı da bu yüzden. Alışılmadık olanı yapıyor, karanlıkta yürüyoruz. Benliğimizi ve öteden beri toplumdaki durumumuzu riske atmış oluyoruz. Haliyle ürküyoruz, korkuyoruz, geriye dönmeye çalışıyoruz.

Modernite bu insani zaafımızı çok iyi kullanıyor. Hayatı bölümleyip her kılcalına nüfuz eden düzen duygusunu geliştirdikçe mecburiyetler artıyor. Üstelik mecburiyetler dünyanın daha önceki dönemlerine göre hayli mutasyona uğramış durumda. Artık mecburiyetlerin ezici çoğunluğuna toplumun bir dayatması olarak maruz kalıyoruz. Sokağımızdaki kamera, evimizin olduğu site, alışveriş yaparken herşeyi kayıt altına alan yeni ekonomi bir düzeni “doğal olarak” mecburiyetler üretiyor. Artık çocuğunuzu doğar doğmaz aşı programlarına sokmaya mecbursunuz. Mesleğiniz için diploma almanız gerekiyor. Tedavi olurken devletin meşru gördüğü sağlık sisteminin içinde kalmalısınız. Sokağınızdaki bir güvenlik sorununa müdahale yerine kolluk kuvvetine bildirmek durumundasınız… Örnekler çoğaltılabilir. İlk bakışta hemen hepsinin makul gerekçeler taşıdığı düşünülsede bu perdenin gerisinde artık sadece “uygulayan ve gerekli makamları haberdar etmenin ötesinde yetkisi / etkisi kalmamış” şahsiyeti göremezseniz illüzyonu yuttunuz demektir.

Modern insanın görece korkaklığı, sözünü söylemek yerine öteleyici hali, giderek kendini sistemin kollarına bırakarak herşeyin sorumluluğundan azade olması itina ile örülmüş bir mecburiyet örtüsüdür. Özgürleştiğini düşündükçe tutsaklaşır, sorumluluklarının azaldığını hissettikçe aslında önemsizleşir. Modernite eleştirilerinde sıkça sözü edilen madun yani yarım insanın gerçekte karakteri de böylesi bir edilgenliği içerir. Hayatı yada ailesi için kararlar almak yerine tüm sorumluluklarını prosedürlerle belirlenmiş sistemin aygıtlarına çoktan yüklemiştir bile.

Mecburiyetlerin, sahip olduklarımızın sayısı ile orantılı olduğuna inanmak için son derece güçlü kanıtlarımız var. Toplumsal refah arttıkça (borçlanarak, başkalarını sömürerek yada olağanüstü bir eforla çalışarak) bunu sağlayan endüstrileşmenin yaşamı çok daha mekanikleştirdiğini hepimiz biliyoruz. Her yanı, her anı uyulması gereken kurallar ve standartlar ile çeviren bu “haddi aşan” düzen duygusu doğal olarak mecburiyetleri de artırıyor. Jean Baudrillard bu durumu “sistemin hepimizi geri ödemesi mümkün olmayan borca batıran iktidara direnemiyoruz” diyerek özetler. Refahı korumak ve konforu sürdürülebilir kılmak için bolca tavizler vermeye çoktan razı edilmiş durumdayız.

Tüm bunlar karamsar bir tablo gibi görünebilir. Ancak neyin taarruzu altında olduğumuzu anlamadan ona karşı bir pozisyonda alamayız. Neleri değiştirebiliriz peki? Bu mezkur kuşatmaya karşı ilk kurşunu nasıl atabiliriz? Baudrillard’a yeniden kulak verelim: “Günümüzde hiç duraksamaksızın iyiliğimizi isteyen herşeye karşı mücadele etmek zorundayız.” Nefes aldırmayan, giderek hiçbir konuda bize inisiyatif bırakmayarak haddi aşan bu refah duygusunu ve bunu besleyen modern düzeni “fark”ederek…

murat@hezarfenmedya.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir